Marksizmle alıp veremedikleri ne? |
Yazı uzun, peşinen affınıza sığınıyorum.
Yaklaşık bir aydır, Öcalancı siyaset saflarından Marksizme yönelik bir ideolojik taarruz yürütülüyor. Abdullah Öcalan’ın Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı’na gönderdiği mesaj1 işaret fişeği görevi gördü ve Yeni Yaşam gazetesi başta olmak üzere çeşitli kaynaklardan birbiri ardına metinler yayınlandı.
Öncelikle amacımızı netleştirelim. Bu yazıyı “Marksizmi savunmak” için yazmıyoruz; Marksizmin savunulmaya ihtiyacı yok. Ne var ki, tartışmanın sis bulutunu dağıtmak, söylenen şeylerin ideolojiler haritasında nereye oturduğunu net biçimde göstermek ve kimi Marksist dostlarımıza bazı uyarılar yapmak durumundayız. Zira ideolojiler arasındaki tartışma asla salt düşünsel düzlemde kalmaz; siyasette güçlenen taraflar tartışmada da bu güçten kaynaklı üstünlük elde eder ve bu üstünlük zaman zaman çok yanlış düşüncelere direnilmesini dahi zorlaştırır.
Başlayalım…
***
Birincisi, ortada söylenmiş yeni hiçbir şey yok ve Marksizm “aşılmış” falan değil. Öcalan’ın düşünceleri bire bir Murray Bookchin’den aktarma; dolayısıyla tarihte birkaç defa yaşanmış bir şeyle bir kez daha karşı karşıyayız, anarşizm ile Marksizm çatışıyor. Öcalan’ı her üniversite kantininde bulunan ve sol liberal hocalarının önerdiği birkaç kitabı okuyup Marx’ı aştığını düşünen gençlerden ayıran şey, devleti örgütüyle müzakere masasına oturtmuş olması. Bunu ise düşüncelerinin teorik derinliğiyle falan başarmadı: Ortadoğu üzerindeki emperyalist rekabetin son yıllarda hızla belirginleşen başat fay hattının bir tarafında İran’dan başlayarak “Avrasya”, diğer tarafta ABD, İngiltere ve İsrail yani temel emperyalist ittifak matrisi bulunuyor. Türkiye kapitalizmi ile silahlı Kürt gücünden herhangi biri bu fay hattının Avrasya tarafında yer alamayacağı için, birbirlerinin karşısında konumlanmaları da çok zorlaşıyor ve maliyetli hale geliyor; zira sürecin uzun vadede nasıl ilerleyeceği ve İran’ın direnip direnemeyeceğinden bağımsız biçimde, emperyalizmin tarafında kalmayan kısa vadede kaybeder.
İki taraf da bu somut gerçeğin bilincinde, ama Türkiye maddi çıkarları kabına sığmayan gelişmiş bir kapitalist ülke, Rojava ise varlık-yokluk mücadelesi veren bir uluslaşma hareketi. Aradaki bu ölçek farkı bütün yumurtaları aynı sepete koymak ve rezervsiz biçimde emperyalist ittifakın tarafında yer almak konusunda Kürt öznenin elini rahatlatıyor. Türkiye kapitalizmi ise onlarca yıldır biriken bir çelişkiyle kendisini hiç istemediği bir pozisyonda buluyor: Sonuçta sırtında yumurta küfesi olan taraf Türkiye kapitalizmi: Emperyalistlerin “pişmiş aşa su katmak” olarak tanımlayacağı bir çatışmada en iyi ihtimalle azdan az, çoktan çok gider.
Yani taraflar oturmadan kurulmuş bir masadan bahsediyoruz. Öcalan’ın başarısı 1999’dan bu yana bu masaya oturma ve muhatabını davet etme konusunda hiç sapmayacak biçimde siyaset yapmış olmasıdır. Bunu da herhalde Bookchin’in düşüncelerine borçlu değil.
Ama biz öne sürülen ideolojik iddiaları değerlendirmeliyiz. Bu yüzden devam edelim…
***
Ne deniyor? Devletsiz sosyalizm. Aynı anda ne deniyor? “Komün olmadan devlet, burjuvazi olmadan proletarya olmaz.” Komün neresi? Rojava. Siyasi hedef ne? Burada kurulan komünün korunması, güvenliğinin sağlanması ve bir siyasi özne olarak meşruiyetinin güçlendirilmesi. Verilen temel taviz ne? Bunun için benzer bir oluşumun Türkiye’de de kurulma iddiasından (en azından öngörülebilir gelecekte) vazgeçilmesi.
En temel olmasa da karşı taraf için en temel görülen........