Liberal demokrasiyi unutun

Emperyalizmin tarihi boyunca hiçbir kavram insanlığın büyük ideali olan “özgürlük” kadar istismar edilmedi ve kirletilmedi. 20. yüzyıl boyunca, insanlığın eşit ve özgür bir dünya kurma arzusu sosyalizm ile ete kemiğe büründükçe, liberal ideologlar eşitlik ve özgürlüğün birbirini güçlendiren değil zayıflatan olgular olduğu yalanını uydurdular. “Özgürlüğün en büyük düşmanının eşitlik olduğu” iddiası, emperyalizmin sosyalizme karşı ideolojik mücadelesindeki en temel argümanı oldu. Bunun için özgürlük, her türlü kolektif içeriğinden arındırılarak bireysel bir çerçeveye sıkıştırıldı; olması gereken tek eşitliğin de “hukuk önünde eşitlik” olduğu, bunun dışındaki her türlü eşitliğin bireysel özgürlüğün ihlali olacağı söylendi.

Sosyalizmin yükselişi karşısında sermayenin despotluğu böyle savunuldu.

Bu çerçevede, yazıya başlarken, özgürlük konusundaki görüşlerimin yaygın kanaate uymayacağını söylemeliyim. Ben materyalistim, benim görüşüme göre özgürlük soyut bir “idea” değil, maddi bir meseledir. Dolayısıyla bana sorarsanız, bir toplumsal sistemde tüm yurttaşların uzun ve sağlıklı yaşayabilmesi, bireysel zenginleşmenin önünde yasal sınır ve engeller olmamasından çok daha büyük bir özgürlüktür. Ya da insanların yoksulluğun yarattığı engeller olmadan fiziksel ve zihinsel potansiyellerini hayata geçirebilmeleri, kendilerine takma isimler uydurup sosyal medyada yarım yamalak fikirlerini attırabilmelerinden çok daha büyük bir özgürlüktür.

Ne var ki, emperyalist sistemin günümüzde geldiği noktada, onun liberal demokrasi ve özgürlük dogmaları bile bir bütün olarak çöküyor.

Gelin, tartışalım…

***

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve emperyalist kapitalist sistemin tüm dünyayı kapsar hale gelmesi, yukarıda bahsettiğimiz ideolojik çerçeveyi bazı açılardan sürdürülemez, bazı açılardan da gereksiz hale getirdi.

Bir yanda, artık sosyalizmi terk etmiş, dolayısıyla sistemin bütünü açısından tehdit olmaktan çıkmış Rusya ve Çin, sahip oldukları göreli avantajları emperyalist-kapitalist bir çerçevede değerlendirerek emperyalist sistemin hiyerarşik yapısını sarsacak bir etki yaratmaya başladı. Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’daki yüzlerce büyük sanayi tekeli emeğin ucuz olduğu Çin’de yatırım yapmak için sıraya girmişken ve dünyanın biraz olsun sanayileşmiş her ülkesi Çin’den ucuz ara malı ithal ederken, “sermaye liberal demokrasi ister” yalanını savunmak çok zorlaştı.

Diğer yanda ise, kapitalizm varlığını sürdürdükçe kaybeden çoğunluk olmaya mahkûm işçi sınıfının, politik güç açısından tarihindeki en zayıf noktaya gerilemiş olması, onun öfkesini düzen açısından hayli tehlikesiz, dolayısıyla kışkırtılabilir ve istismar edilebilir hale getirdi. Bunun sonucunda tüm kapitalist ülkelerde, yoksul emekçilerin çıkarına olmayan ama onları gerici ideolojik anlatılarla kapsayan yeni bir sağcılık kulvarı açıldı. Kanımca sığ ve yanıltıcı biçimde “popülizm” olarak tanımlanan bu kulvardaki hareketler, kapitalizmin görece gelişkin olduğu (dolayısıyla olağan koşullarda işçi ücretlerinin de görece yüksek olması beklenecek) ülkelerde, sermayenin gerek Çin’in sağladığı olanakları kullanarak gerekse ülkeye akın eden ve temel haklardan........

© soL