Kişilik sıkışması

Geçtiğimiz hafta, içinde yaşadığımız özel mülkiyet toplumunun özündeki eşitsizliğin, ayrıcalıklı olanların kişiliklerini nasıl seyrelttiğini; kuralsızlık ve sorumsuzluğun nasıl insanlıktan çıkmakla sonuçlandığını tartışmıştık.

Peki ya diyalektiğin diğer tarafı? Kurallar, sorumluluklar ve sınırlarla boğulan yoksulların kişiliğine ne oluyor?

Bunu tartışmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü daha adil bir dünyayı arzulayan ama nasıl kurulabileceği konusunda fikirlerden ziyade hayalleri olan pek çok insan, bir yanda zengin asalakların nasıl pervasız ve kuralsız yaşadığına, diğer yanda yoksul emekçilerin nasıl ezildiğine ve sefalet çektiğine dair öykülere baktıkça, yoksulların zenginler gibi bu düzenin alçaklığına bulaşmamış, kurtarılması gereken mağdur insanlar olduğuna inanıyor. Ne var ki devamında bu kişiler, bu ulvi duygularla kendilerini iyi hissederken, gündelik hayatta gerçek yoksul insanların lümpenliğine çarpıyor ve (sanki bu insanların kendilerini sefalete mahkûm eden bu alçak düzende 1970’ler Yeşilçam filmlerindeki Münir Özkul karakterleri gibi temiz kalma sorumlulukları varmış gibi) hayal kırıklığına uğruyor. Sonunda da “insanoğlu çiğ süt emmiş” saçmalığına tutunup mizantrop oluyor ve vicdanını sokak hayvanları gibi daha “masum” mağdurlarla sınırlıyor.

Oysa zenginlerin kuralsızlıkları ve pervasızlıkları ile yoksulların ezilmişliği ve sefaleti birbirinden ayrı olgular değil. Bunların arasında diyalektik bir ilişki var ve daha önemlisi, bu iki olgu aynı bütünselliğin parçası. O bütünsellik ise içinde yaşadığımız toplumsal düzenin ta kendisi: Toplumun özel mülkiyetin sınırsız serbestliğine dayalı olması, mülksüzlerin geçinebilmek için emeklerini mülk sahiplerine satma zorunluluğu anlamına geliyor. Ne var ki bu toplumsal düzen (ki adına kapitalizm diyoruz) geliştikçe, bir yanda mülksüzlerin giderek daha büyük bir bölümü bu sömürü ilişkisinin dışında, işsiz güçsüz kalıyor; diğer yanda ise varsıllıkla yoksulluk arasındaki uçurum öyle açılıyor ki, en hayalperestler bile bu iki kıta arasında bir köprü tasavvur edemiyor.

Bir yoksul, aylarca süren işsizliğin ardından araya tanıdıklar koyup yalvar yakar bulduğu bir garsonluk işinde, hizmet ettiği bir masada iki kişilik bir akşam yemeğine bir aylık ücretinin birkaç katı hesap ödendiğini gördüğünde; artık bu eşitsizliğin zenginlik tarafı yoksul için eşeğin önündeki havuç olmaktan çıkar, ruhuna vurulan, kişiliğini ezen bir sopaya dönüşür.

Bunun sonuçlarıyla gerçekçi biçimde yüzleşmeden, herkes için daha iyi bir dünya istemenin naiflik, kurmanın ise imkânsız olduğunu düşünüyorum.

***

Nietzsche’nin çok alıntılanan sözlerinin hemen hepsi zırvadır, ama herhalde en zırvası “beni öldürmeyen her şey güçlendirir”dir. Zira aynı mecazı devam ettirirsek, insanı öldürmeyen pek çok zorluk onu sakatlar, özne olma becerisini kötürümleştirir.

Bir insanın kişiliği sınırlar olmadığında nasıl seyrelip sığlaşıyorsa; cendere gibi sınırlara sıkıştığında da serpilip gelişemez, cüce kalır.

İnsan, içgüdüsel olarak eşitsizlikten ve adaletsizlikten rahatsız olur. Bir ailede iki kardeşten birine çikolata alınıp diğerine........

© soL