Sosyalizme mahkumiyetimiz |
Son dört haftanın ikisinde bu köşeyi boş bıraktığım için özür dilerim. İlkinin mazereti, yazacağım günü bir cenaze için yolda geçirmem, diğeri de yoğun program nedeniyle çalışmaya zaman ayıramadığım politik bir dış geziye katılmış olmamdı.
Önceki Cumartesi ulusal sorun başlığına ulus devletin başına gelenlerin merceğinden yaklaşmayı denemiştim…
Konuya dünya kapitalizminin eğilimleri üstünden başlamak gerekiyordu. Eninde sonunda ulus-devlet burjuvazinin egemen sınıf haline yükselişiyle paralel bir olgudur. Bundan öncesi modern ulusların tarih öncesidir. Bugün ise kapitalizmin iki dinamiği ulusun bildiğimiz halinin sonunu getirmiş görünüyor.
Birincisi modern ulusun, tanım gereği eşitlik vaat eden yurttaşlık kategorisinin bizzat burjuvazinin sınıf çıkarları gereği aşındırılmasıdır. Ulusun eşit yurttaşlardan oluştuğu bir yandan bir tarihsel yalandı; diğer yandan ise geniş kitleleri birleştiren bir ülküydü. Bu ülkü kimi örneklerde bağımsızlığın, kimisinde yoksulların siyasete katılımın, kimisinde laikliğin, başkalarında kamusal hizmetlerin yaygınlaşmasının belirleniminde şekillendi. Süreç bunların tümünü yalanlamış bulunuyor.
İkinci dinamik, emperyalist dünya egemenliğidir. Başat emperyalist politikalar sistemin üyesi bir dizi devleti baskılamayı ve yerine göre parçalamayı gündeme getirmiştir.
21. yüzyıl ulus-devletin krizinin de sahnesidir. Kriz var, çünkü ulusu siyasetin, siyasal iktidarın, toplumsal örgütlenmelerin temel birimi olarak ilan eden kapitalizm, hırpaladığı bu yapının yerine başka bir icatta bulunamadı. Sermayenin fütursuz egemenliğinin toplumları parçaladığı, emperyalist egemenliğin ulusal sınırları dağıttığı koşullarda ortaya bir yeni-feodalite çıkmıştır. 1990’lardan itibaren dünya sahnesine çıkan çok sayıda yeni devletin pek azı modern ulus-devletlerle anlamlı benzerlikler taşıyor. Post-modernite çağında ulus etnisitelere rücu etti. Yurt ile yurttaşlık bağı kırıldı. Her şey gibi ülke toprakları da, vatandaşlık da alınıp satılır bir mal oldu.........