Faşizm karşısında işçi sınıfı

Türkiye’de AKP ve MHP’den oluşan Cumhur İttifakı, her geçen gün baskısını, totaliter anlayışını pekiştirerek dinci, faşizan bir rejimi inşa etmeye çalışıyor. Demokrasinin son kırıntılarına, seçme ve seçilme hakkına yönelik saldırılarla ve de son olarak CHP İstanbul İl Başkanlığı’na kayyım atayarak, polis zoruyla binasını işgal ederek bu anlayışını ortaya koymuş bulunuyor.

Bu koşullarda toplumsal muhalefetin ne yapması gerekir, özellikle üretimden gelen bir güce sahip işçi sınıfının tavrı ne olmalıdır? Bu dinci, faşizan gelişmeye karşı emek hareketi ne yapabilir?

Bu sorulara cevap aramadan önce geçmiş dönemlere, Mussolini İtalya’sı ile Hitler Almanya’sındaki faşizm uygulamalarına ve işçi sınıfının nasıl bir tavır gösterdiğine bakmakta yarar vardır.

Yine o dönemlerde sol, sosyalist, komünist partilerin konumu ve mücadelesi nasıldı? Geçmiş dönemlerden dersler çıkararak bugün için faşizan rejimlere karşı nasıl mücadele edilebilir konusuna eğilebiliriz…

Faşizm karşısında işçi sınıfının konumunu anlatmak açısından öncelikle Mussolini İtalya’sına bakalım. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya’daki ekonomi düzen, büyük bir krizle karşı karşıyaydı.

Yüksek işsizlik ve ekonomik kriz, işçi sınıfını harekete geçti. Geniş bir grev dalgası başladı, Sosyalist Parti’nin üye sayısı 50 binden 200 bine yükseldi, işçiler sendikalara akın ettiler. 1920’nin Ağustos ayında tüm ülkede 400 bin metal işçisi greve çıktı, fabrikalar işgal edildi.

Metal işçilerinin ardından diğer sektörlerdeki 100 bini aşkın işçi de, grev ve fabrika işgallerine başladı. Hükümet felç olmuştu. Ülkede “devrimci bir süreç” yaşanıyordu.

Bu nedenle İtalya’nın 1919 ve 1920 yılları “iki kızıl yıl” olarak anılır. Ocak 1920’de posta ve demiryolları greviyle Fiat otomobil fabrikasındaki grevlere Sosyalist Parti’nin kayıtsız kaldığı görüldü.

Eylül 1920’de bütün fabrikaların işgaline gidildi. İtalya’da devrim öncesi bir hava esiyordu. İşverenler lokavt ilan ettiler. Fabrikalar kızıl ve siyah bayraklarla donatılıyordu, işçiler üretim araçlarına el koyup denetimlerine aldılar.

Ancak sosyal demokrat eğilimli Sosyalist Parti bu devrimci sürece önderlik edemedi, işçilerin ücretlerinde ve çalışma koşullarında birkaç küçük iyileştirme yapıldı fakat sonuç itibariyle işçi hareketi bir yenilgiye uğramış oldu.

Aslında 1920 İtalya’sında tabanı sağlam devrimci bir parti, bu devrimci duruma müdahale edebilseydi İtalyan işçi sınıfı iktidarı ele geçirebilir, köylülerle birlikte kır ve kent yoksullarını arkasından sürükleyebilirdi.

Böyle olmamasının başlıca nedeni, devrime önderlik edecek bir partinin olmayışı, mevcut sosyalist partinin de hem örgütsel, hem de hedef olarak iktidarı ele geçirip sosyalizme yönelecek bir anlayışa sahip bulunmamasıdır.

Tabii böyle bir durum, yani işçi hareketi anlamında fabrika işgallerinin devrimci bir iktidar mücadelesine dönüştürülememesindeki başarısızlık, Mussolini’’nin işine yaradı. Sonuçta geri çekilen proleter hareket, çok geçmeden yükselen faşist harekete yenik düşecekti.

Nitekim 1921’de parlamentoda azınlıkta olan Mussolini’nin Faşist Partisi, akıllıca bir taktikle önce diğer tutucu partilerle işbirliği yaptı, “orta sağ” bir seçim ittifakı oluşturdu. Ardından iktidar yürüyüşüne başladı.

Öte yandan faşist paramiliter gruplar, sendika merkezlerine saldırılara yöneldiler. Bunun üzerine 1922 yılında tüm sendikaların oluşturduğu “Emek İttifakı”, temmuz ayında üç günlük genel grev çağrısında bulundu.

Ancak yüksek işsizlik ve ekonomik durgunluk nedeniyle üç günlük grev, büyük iş çevrelerinin Mussolini’yi finanse etmekten caydırmadı, işçi grupları sokak mücadelesinde kontrolü ele geçiremediği için Mussolini güçlü konumu korudu.

1921 yılında Livorno’da yapılan kongrede Antonio Gramsci ve arkadaşları, özünde sosyal demokrat eğilimli Sosyalist Parti’den ayrılarak İtalyan Komünist Partisi’ni (İKP) kurdular. Bu ayrılık, antifaşist cephenin zayıflamasında da etkili oldu.

Gerek Sosyalist Parti, gerekse Komünist Parti, faşist tehlikeyi yeterince önemsemiyordu.

Komünist Parti, yalnızca sendikal temel üzerinden bir “Birleşik İşçi Cephesi” kurulmasını amaçlıyordu.

“Birleşik Cephe” anlayışının sadece ekonomik alanda sendikalarla ilişkiler bağlamında ele alınması, faşist tehlikeye karşı siyasal alandaki mücadeleyi sınırlıyordu. Zaten Komünist eğilimli sendikaların anarşist ve sosyalist sendikalara yaptığı çağrı da, tam bir karşılık bulmadı.

Sosyalist güçlerin bölünmesi, işçi sendikalarının da üye kaybetmesine neden oldu. 1920 yılında iki milyon........

© soL