Geçtiğimiz Pazar günü (9 Haziran 2024) Avrupa için oldukça önemli bir gündü. 185 milyon seçmen Avrupa Birliği’nin yasama organı olan Avrupa Parlamentosu’nun 720 vekili belirlemek için sandık başına gitti. Katılımın Q olduğu bu büyük seçim şöleni neticesinde 27 farklı AB ülkesinde aynı anda sandık kuruldu, her ülke kendi nüfusuna oranla belirlenen ve ülkelerin ulusal partilerinin aday gösterdikleri Avrupa Parlamentosu Vekili (MEP) listelerinden birini tercih ederek oy kullandı. Seçimler neticesinde Avrupa Parlamentosu’ndaki denge pek değişmedi, aşırı sağcı partiler vekil sayısını arttırdı, fakat merkez sağ koalisyon EPP yine gücünü korudu, Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen zafer ilan etti.
Fakat Avrupa için sakin geçen bu seçimler, Almanya ve Fransa’daki kurulu siyasi düzeni alt üst etti. Almanya’da aşırı sağcı AfD (Almanya için Alternatif) , Fransız aşırı sağcı Le Pen’in liderliğindeki Rassemblement National (Ulusal Çağrı) 1 ile tarihlerindeki en yüksek oy oranlarına ulaştı. AB’nin iki lokomotif ülkesinde aşırı sağın 1940’lı yılları andıracak şekilde çok ciddi bir ivme kazanması önemliydi. Almanya’da erken seçim çağrıları yükselirken, Fransız Cumhurbaşkanı Macron ani bir açıklama yaparak meclisi feshettiğini ve Haziran sonunda sadece Fransız Parlamentosu’nun belirleneceği bir erken seçime gidileceğini duyurdu. Fransız solu bu erken seçimlerde aşırı sağcıların çoğunluk olmasını engellemek için ittifak görüşmelerine, solcu gençler ise Le Pencilere karşı sokak yürüyüşlerine başladı. Bir zamanlar Chirac, Sarkozy gibi popüler isimlerin liderliğini yaptığı Fransız merkez sağının “kıratı” Les Républicains (Cumhuriyetçiler) ise tribülansa girdi: Partinin genel başkanı Eric Ciotti aşırı sağla iş birliği yapmak istediğini söyledi, parti yönetimi karşı çıktı, Ciotti parti binasının kapılarını kilitledi, parti yönetimi Ciotti’yi görevden alıp ihraç etti, Ciotti ise odasını terk etmedi, kararı tanımayacağını açıkladı.
Netflix’in House of Cards benzeri politik gerilim dizilerini andıran bu kaosu özellikle Paris’te yaşayan Fransız elitler büyük bir tedirginlikle izliyor. Nitekim Paris, Le Pen’in partisinin birinci olmadığı tek seçim bölgelerinden. Paris’in en zengin elitlerinin yaşadığı 30 bin kişilik Saint-Cloud mahallesi de bu seçim bölgelerinden biri. Fakat büyük konakların, tarihi köşklerin bulunduğu bu lüks semttin 430 metrekarelik 3 katlı, 11 odalı 1.8 milyon Euro değerindeki bir malikanede geçen Pazar günü “gurur verici” bir kutlama vardı.
96 yaşındaki emekli siyasetçi Jean-Marie Le Pen, eşi ve kızlarıyla birlikte muhtemelen kaliteli bir Fransız şarabını yudumlayarak bu kaotik politik gerilimi büyük bir mutlulukla izlemiş, ekrandan seçim sonuçlarını takip etmişti.
96 yaşındaki Jean-Marie Le Pen, 1972 yılında kurduğu aşırı sağcı partisinin tarihi zaferini izliyordu. 52 sene önce 0.5 alan aşırı sağcı Ulusal Çağrı (eski adıyla Ulusal Cephe) kızı Marine Le Pen önderliğinde 1’lere çıkmış, bu da yetmemiş kızı ile kavgalı olan torunu Marion Marechal’ın liste başı olduğu radikal sağcı Zemmour’un partisi de %5 almıştı. Bu nedenle Le Pen’lerin aile partisinin oyunu gördükten sonra Jean-Marie’nin ilk sorduğu şey “Marion?” olmuş, torununun da oy oranını merak etmişti.
https://twitter.com/Baudouin_wissel/status/1800560459999068304
96 yaşındaki bu emekli siyasetçinin büyük bir gurur yaşaması pek anormal değildi. Zira Jean-Marie’nin tohumlarını attığı Fransız aşırı sağının @ gibi yüksek oy oranlarına çıkması pek kolay olmamıştı. Le Pen ailesi uzun yıllar süren bir uğraş sonucu Fransız siyasetini domine etmeyi başarmıştı.
Jean Marie’nin kızı Marine Le Pen’in partisinin oyunu arttırması için, antisemitizmi rafa kaldırıp İslamofobi’yi raftan indirmesi, ellerini yıkamak için kendi babasını partiden ihraç etmesi, kedilerle bol bol poz vermesi, milliyetçilikle feminizmi harmanlaması ve son koz olarak tehlikeli banliyölerde büyüyen, hiçbir profosyonel tecrübesi ve eğitimi olmayan 28 yaşındaki yakışıklı bir gence parti liderliğini devretmesi gerekmişti.
“İmaj yeniledik sadece be, babam, şu adaptasyonu gördün mü?”
Jean-Marie Le Pen, 1972 yılında kurduğu Ulusal Cephe’nin liderliğini 2011 yılına kadar sürdürmüştü. Nazilere övgüler, Holokost inkarcılığı, sevmediği herkesi Yahudi ve Müslüman ilan etmesi, siyahlara ve göçmenlere yönelik en milliyetçi kişileri bile rahatsız edecek nefret söylemleri, Sosyalist Parti’nin bir kadın vekil adayını seçim kampanyası sırasında boğazlamasıyla Fransız seçmen nezdinde pek de iyi bir “imaj” yaratmamıştı.
Jean-Marie Le Pen her seçimde oyunu adım adım artırıyor, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olarak Avrupa Birliği, göçmen karşıtlığı gibi söylemleri yaymaya çalışıyordu. Fakat iki turlu cumhurbaşkanlığı ve yasama meclisi seçimleri nedeniyle partinin vekil veya Cumhurbaşkanı adayları ikinci tura kaldığında solcular ve merkez sağcılar birleşerek “faşistlere karşı bir barikat” kuruyor, Le Pen’in karşısındaki adaylara oy veriyordu. Bunun en dramatik örneği 2002 seçimlerinde yaşanmıştı.
Jean-Marie Le Pen, birinci tur Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde büyük bir zafer elde etmiş ve oy almıştı. Merkez sağın adayı Jacques Chirac’ın 3 puan gerisinde ilk turu bitirmişti. Bu şok edici sonuç neticesinde 2 hafta sonra gerçekleşen ikinci tur seçimlerinde halk aşırı sağcı birinin Cumhurbaşkanı seçilme ihtimali karşısında büyük bir paniğe kapılmış, sandığa gitme oranı 71’den 78’e çıkmış, Chirac ikinci turda 20 milyon yeni seçmenin oyunu alarak gibi rekor bir oyla Cumhurbaşkanı seçilmişti.
Fransız solcuları, sosyalistleri, komünistleri dahi “Faşiste değil, dolandırıcıya oy verin” diyerek hakkında yolsuzluk iddiaları bulunan merkez sağcı Chirac’a oy istemiş, tuhaf bir kampanya düzenlemiş, fakat Le Pen’e karşı geniş bir barikat kurmayı başarmıştı. Le Pen, her seçimde artan oyuna rağmen olumsuz imajını yıkamadı ve seçmenlerin AB’ye öfkelerini göstermek için aşırı sağa oy verme eğilimi olduğu AB Parlamentosu seçimleri hariç ’i bir türlü aşamadı. Jean-Marie, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde % 10 almasının ardından 2010 yılında emekliye ayrılacağını ve aktif siyasetten çekileceğini açıkladı. 82 yaşında genel başkanlığı bıraktı, parti içinde yapılan seçimlerde kızı Marine Le Pen u oy alarak partinin yeni genel başkanı seçildi.
Marine Le Pen, babasının izinden gidiyor, çoğu konuda babasına danışıyor, fakat bir yandan partinin imajını değiştirmeye çalışıyordu. Yahudi nefretini rafa kaldırıp Fransız toplumsal hayatında giderek daha çok görünür olan Müslümanları hedef alıyor, partinin ilk kadın lideri olmanın verdiği avantajla kadın haklarına yönelik daha keskin söylemler kullanıyor, Fransız kimliğini önplana çıkarıyordu. Jean-Marie Le Pen de İslamofobik ve Araplara yönelik nefret söylemlerini kullanan bir liderdi, fakat 1997 yılında Türkiye’ye gelip Necmettin Erbakan ile Avrasya ve milliyetçilik üzerine konuşabilmişti. Marine Le Pen, antisemitizmde dozu düşürmüş, İslamofobi de vites arttırmıştı.........