Çocukluk hayalleri, oyuncaklar ve gölgeden gımıldağa ahırda sinema günleri

Çocukluğumun unutulmaz anıları arasında bazı oyuncaklar da var. Gayet normal… Hatta oyuncağı, oyuna bile zamanı olmayan çocukların hafızasında da yokluğuyla bâki. Çocukluğunu anlatırken girişe o ağır cümle yerleşebiliyor: “Benim hiç oyuncağım olmadı…”

Zira oyuncaklar çocukluğun sonsuz hayaller dünyasının dokunulabilen simgeleri, sahip olunabilen enstrümanları. Sonra o hayaller de unutulan hatıralar arasına giriyor çoğu kez ama o oyuncak ya da yokluğu kalıyor.

O günlerde astronot olacak çocuk neyinden belli olurdu bilemiyorum ama o hayallerden geriye kalan “uzay roketi” formundaki döküm Ziraat Bankası kumbarası ismiyle cismiyle aklımda mesela. Geçen yıl 16 Haziran’da Serbestiyet’te yayınlanan “Kumbarama pul doldu” yazım da gazını oradan almıştı.

“Elle tutulur” bir hayal işte… İçi de başka hayaller için para dolu. Lâkin bugün “en kıymetli” madeni paramızı büfenin üstünde dik duran roketin kapısındaki yaya yerleştirip haznesine fırlatsan, tasarruf hayallerin de ki astronotluğumuz kadar. Parasını verip uzay yolcusu olduğumuz düşünülürse, ondan da beter… Hepsini torbaya doldurup “Mehtap” sakızı alır, şekeri gidene kadar çiğnersin anca.

Ama oyuncak önemli… O kült “Yurttaş Kane” filminin finalinde medya imparatoru, milyarder Charles Foster Kane’in son kelimesinin çocukluğundaki tahta kızağının adı, “Rosebud” olması boşuna değil. Belki bir tek o hatırası, o günkü hayalleri temiz kalmış… Çoğu sinema eleştirmenin deyişiyle “Kane’in kaybettiği her şeyi simgeliyor”.

Çevresindeki kimsenin onun ne dediğini anlamaması, ölümünün ardından o kızağın şömineye atılıp yakılması da finaline yakışıyor doğrusu. Kane’e dair bir an şefkati andıran duygular yaşama ihtimalimiz belki o sahneyle…

Lâkin bu satırları yazarken Donald Trump’ın bir röportajında “Kane’e büyük hayranlık duyduğunu” okuyunca, The New York Times’ın Elon Musk’ı “dijital Yurttaş Kane” olarak adlandırdığını görünce kendime geliyorum. Pervasız otoriteleri, kibirleri, duygusal -cezai- indirimine de engel.

Oyuncaklara dönersek… Bu mevzuda nispeten şanslı bir çocuk olarak benim oyuncaklarımın çoğu gözümün önünde… Elbette oyuncaktan saymadığım, hatta yıllar sonra rüyama bile giren üç tekerlekli küçücük kırmızı bisiklet, az büyüyünce zamane dolmuşlarının süsünden, aksesuarlarından asla geri kalmayan rulmanlı tornetler bir yana…

“En sevdiğim” teneke, sürtmeli itfaiye arabası misal; haznesindeki çakmak taşıyla tepe ışığı bile yanıyor! Ambulans, polis arabası versiyonları da var. O günlerde “şanslı” şehirlerde görülebilen böyle filoları -sınıfını geçince- evinde kurabiliyorsun!

Bahçede, kumda siperler kazıp misketten güllerle harp yaptırdığımız plastik küçük askerler, kızılderililer, kovboylar… Dalından oklar, tahta kılıçlar, üzeri metal şövalye düğmeli, olmadı gazoz kapaklı mukavva kalkanlar, mantar tabancaları…

Benim için en heyecanlısı, manzaralısı “dalış maskesi” ama ona da oyuncak demek haksızlık. Gerçi daldığın anda şnorkelini ve ona birleşik maskeyi bir anda tıkayan pinpon topu nedeniyle “dalamayış” maskesi olsa da yüzeyden seyri, masmavi dünyası bile sefa: “Denizler Altında 20 bin Fersah”.

O günlerde çeşit çeşit balık, dibe yayılı vatozlar, bir sürü deniz canlısı, pavurya, uzun bacaklı “süs yengeçleri”, deniz yıldızları, kestaneler, midyeler, kuma dikili koca pinalar, minareler, salyangozlar, böcekler… Bilhassa Erdek “Narlı Köy”de; parmak kadar denizatı bile var. Ankaralı bir çocuğun her gördüğünde ilk kez görmüş gibi hissettiği denizin dibine ulaşıyor hayallerin. Daha ne olsun.

Hepsi hikâyeli oyuncaklar. Hikâyeleri birçok yazıma da konu oluyor nitekim. Onlardan birisi de yine az maliyetlerinden kaleydoskoplar. Şimdi “çiçek dürbünü” deniyormuş. Velâkin o çabuk bıktırıyor; zira manzarası, görüntüsü sınırlı. Üreten ne koyduysa o! Tembel tembel halıda, kumda yuvarlanırken bakıyorsun bir aralar.

Çocukluk hayallerin ise öyle değil tabii… Ona sığmıyor, hayallerine ambargo canını sıkıyor. Onun da çaresi var bir bakıma. Film karelerini büyüterek gösterebilen küçük, kare bir tür büyüteçler, “dürbün”ler… Açık, kapalı sinemaların kuytusuna, “çöp”üne atılan kesilmiş filmleri topluyorsun önce. Hayaller çalıyorsun o filmden ve her baktığında o âna, o kahramanların rolüne sahip oluyorsun.

Sinema ve hayaller, hatta “çocukluk hayalleri” deyince koca bir külliyat çıkıyor önüme. Bakışı, stili, “açı”sı birbirinden farklı yönetmenlerin hayalleri dünyaya armağan. Bizim nesilden birçok insan da nostaljisine, “Benim Sinemalarım”a genellikle çocukluğundan........

© Serbestiyet