Bir Efsane, Bir Kahraman, Bir Aziz: Dostoyevski

Üç Büyük Usta* adlı denemesinde Stefan Zweig, “19’uncu yüzyılın en büyük üç romancısı” olarak kabul ettiği Balzac, Dickens ve Dostoyevski’nin insani ve edebi kişiliklerini, çok leziz bir üslupla bize sunar. Ona göre, bu üç yazarın her birinin kendine göre bir alanı vardır. Balzac, toplumun; Dickens, ailenin; Dostoyevski’de insanlığın ve bireyin dünyasını anlatır.

Daha önce, Zweig’ın Balzac ve Dickens portreleri hakkında yazmıştım. Araya uzun bir süre girdi; Dostoyevski için kısmet bugüneymiş.

Dostoyevski’nin doğumu da ölümü sembollerle yüklüdür. Bir yoksullar evinde doğar. Gözünü dünyaya açtığı yerde açlık kol gezmekte, hastalık hep en yakın mesafede durmaktadır. Hayattan olabildiğince uzak, ölüme son derece yakındır. Son nefesini ise bir işçi mahallesindeki binanın dördüncü katında verir. Hastalık, yoksulluk ve sefalet zinciri etrafını sarar ve 56 yıllık ömründe bu çemberin dışına çıkamaz.

Hayatının ilk yıllarını küçük kardeşiyle paylaştığı dar bir bölmede geçirir. Gece gündüz okur, Bir müptelalığa dönüşen okuma, onu gerçek dünyadan koparır ve fantastik bir dünya yaratır kendine. İçine kapanık bir çocuktur. Askere yazılır. Orada da kendi başına kalır, hiçbir arkadaş edinmez, bir nevi inzivaya çekilir. Karanlık bir dünyadadır, hastalık hastalığına kapılır ve daha genç yaşta içini bir ölüm korkusu sarar. Hem kendinden hem de bir bütün olarak dünyadan ürkmeye başladığı o günlerde, ilk sanatsal eserini yazar.

24 yaşındadır. İnsancıklar adlı bu küçük romanının el yazmalarını, okuması için şair Nekrasof’a götürür. İki gün şairden hiçbir ses çıkmaz. O kendi yalnızlığında lambasının gazı bitinceye kadar çalışmaya devam ederken, bir gece sabaha karşı saat 4’te kapısı çalar. Şaşkınlıkla kapıyı açar. Cezbe halindeki şair, onun kollarına atılır, boynuna sarılır, içtenlikle onu öper ve kutlar. Ona “Sen ne yaptığının farkında mısın?” diye hayret ve sevinçle soran Nekrasof, soluğu Rusya’nın en büyük eleştirmeni Belinski’nin yanında alır. Daha kapıdayken, el yazmalarını sallayarak “Yeni bir Gogol doğdu” diye bağırır.

Artık şöhretlidir. Yanaklarından aşağı mutluluk gözyaşları süzülür. Ancak bu mesut günler uzun sürmez. Daha ününün tadına varmadan, bir gece yine ansızın kapısı, ama bu sefer bir uğursuzluğu haber verircesine vurulur. Katıldığı bir arkadaş toplantısı ile bir suikast arasında bağlantı kurulur, hemen tutuklanır ve süratli bir yargılamanın ardından en ağır cezaya çarptırılır. Kurşuna dizilerek ölüme mahkûm edilir.

“Tanyeri ağarırken dokuz arkadaşıyla birlikte hapishaneden alınır, üzerine bir idam gömleği giydirilir, elleri ve ayakları direklere bağlanır ve gözleri kapatılır. Ölüm fermanının okunduğunu ve trampetlerin çalınmaya başladığını duyar -bütün kaderi küçük bir beklentiye sıkıştırılmıştır- zamanın bir molekülü içine sonsuz bir umutsuzluk ve sonsuz bir yaşam hırsı sığdırılmıştır. O anda subay elini kaldırır, beyaz mendili sallar ve ölüm cezasını Sibirya’da hapis cezasına çeviren affı okur.” (s. 99)

Ölüm gömleğini yırtar ama katiller, hırsızlar ve diğer suçlularla birlikte kar küreyerek, mermer cilalayarak ve tuğla taşıyarak dört yıl geçirir. Bir “Ölüler Evinde”dir adeta; yeraltındadır, şanını yitirmiş isimsiz biridir. Sağlığını ve malvarlığını kaybetmiştir. Tek bir satır yazmasına müsaade edilmeden birkaç yılı daha Sibirya’da sürgünde geçirir ve bu arada hasta bir kadın olan ilk karısıyla tuhaf bir evlilik yapar.

Petersburg’a unutulmuş biri olarak döner. Edebiyat muhitlerinde ona kol kanat geren bir hamisi yoktur. Tarifi zor bir hırsla küllerinden yeniden doğar. Bir mahkûmiyetin eşsiz bir anlatımı olan Ölüler Evinden Anılar kitabını yayınlar ve bu kitapla Rusya’da yer yerinden oynar. Öyle ki Çar bile kitabı gözyaşları içinde okur. Kitap elden ele dolaşır ve Dostoyevski bir yıl içinde eskisinden daha büyük bir şöhret postuna kurulur.

Hem yayıncısı hem de en iyi arkadaşı olan kardeşiyle birlikte, neredeyse bütün yazılarını kendisinin yazdığı bir dergi çıkarır. Dergi memleketin en ücra köşelerine kadar ulaşır. Salt edebiyatla kalmaz, politikaya da bulaşır. “Rusya’nın Eğitmeni” kimliğini üstüne geçirir. Üzerinde parlayan güneşin artık batmayacağına emindir.

Ama kader bir kere daha ona çirkin bir oyun oynar. Önce dergisi yasaklanır. Sonra eşini ve kardeşini kaybeder. Altına girdiği borçlar belini büker, bir süre çetin bir mücadele verir, tasarruf etmek için yazdıklarını kendisi basar ama kaderin çarklarına daha fazla direnemez. Ve bir gece bir suçlu gibi Rusya’yı ardında bırakır ve Avrupa’ya sürgüne gider.

“Rusya’nın en büyük yazarının, kendi kuşağının dâhisinin, bir sonsuzluğun habercisi olan bir adamın böyle parasız pulsuz, yersiz yurtsuz, amaçsızca ülke ülke........

© Serbestiyet