Tek tip yurttaş hayalinden korkuları aşan üniterlik perspektifine |
Bir önceki yazımda, üniter devletin genel olarak varsayıldığı gibi “tek kimlik dayatması”yla özdeş olmak zorunda olmadığını anadil meselesi üzerinden tartışmıştım. Anadilin kamusal görünürlüğünü bastırmanın devleti güçlendirmediğini, aksine aidiyet duygusunu aşındırdığını; farklılıkları koruyan bir hukuk anlayışının toplumsal birliği daha sağlam temellere oturtacağını savunmuştum. Bu yazıda aynı hattı, bu kez vatandaşlık üzerinden sürdürüyorum.
Modern demokratik devlet felsefesinde vatandaşlık, birey ile devlet arasında etnik ya da dinsel aidiyetten bağımsız, rızaya dayalı bir hukukî bağdır; bireyin devlete karşı hak, özgürlük ve sorumluluk ilişkisini tanımlar. Anayasal vatandaşlık idealinin özünde, kimliği hukuk marifetiyle çoğulculuk ve eşitlik temelinde yeniden tanımlamak yatar.
Türkiye’de ise vatandaşlık, dar kalıplı üniter devlet anlayışının bir uzantısı olarak, bu ideali aşındıran bir biçimde düzenlenmiştir. Anayasa’nın 66. maddesine göre “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” Anayasa’nın 1. maddesinde devletin adı “Türkiye Devleti” olarak geçerken, 66. maddede “Türklük” vurgusu yapılması, salt bir hukukî tanımın ötesine geçerek vatandaşlığı bu kavramın etnik çağrışımlarıyla tonlar. Siyasal kimlik, böylece kültürel türdeşlik temelinde kurgulanır; devlet belli bir kimlik tahayyülünün taşıyıcısına dönüşür.[1]
Resmi tez, 66. maddedeki “Türklük”ün etnik değil, kapsayıcı bir “üst kimlik” olduğu yönündedir. Ancak ne metnin lafzı, ne yüz yıllık birikimle şekillenmiş söylemler, kurumlar ve ritüeller bu savunmayı destekler. Cumhuriyet pratiğinde “Türklük” çoğu kez etnik bir kümeye referansla kullanılmış; bu da Kürtler gibi yerleşik kimliklerin inkâr, bastırma ve asimilasyon politikalarına maruz kalmasına yol açmıştır.
Kürtler ve diğer etnik gruplar açısından sorun, vatandaşlığın “etnik Türklük”le özdeşleştirilmesi nedeniyle eşit aidiyetin imkânsızlaşmasıdır. Vatandaşlık, soyut bir hukukî bağ olmaktan çıkıp tekil bir kimliğe dönüştüğünde, “kendi adıyla kamusal varlık gösterme” hakkı daralır. Bu, yalnızca sembolik değil; eğitimden kültüre, temsilden gündelik yaşama uzanan birikimli eşitsizliklerin temel kaynağıdır.
İmparatorluğun Çoğulluğundan Tekil Kimlik Arayışına
Geç Osmanlı’nın son yüzyılı, imparatorluğun dağılma tehdidine karşı iki farklı yönelişin iç içe aktığı bir dönemdi: Bir yanda bütün tebaanın hukuk önünde eşitliğini hedefleyen modernleşme hamleleri; öte yanda devletin bekasını, giderek daha “millî” bir omurga ile tahkim etme eğilimi. Cumhuriyet’le birlikte bu ikinci hat belirginleşti. Yeni kurucu siyaset, yaşanan derin travmaların politik psikolojisi içinde “yeni toplumu” üretmek için bir tekillik hayali kurdu: ortak dil, ortak tarih, ortak ritüeller ve ortak vatandaşlık tipi. Cumhuriyetin kurucu kadroları, Fransız devrimin fırtınası sonrası Balkan Savaşları ile başlayan, Sevr ile zirveye ulaşan ve imparatorluğun yıkılışıyla sonuçlanan sürecin yol açtığı ‘büyük kaybediş’in gölgesinde yeni bir devlet inşa etti. Doğduğu toprağı ve yurdunu kaybetmiş, cepheden cepheye koşan bu kadronun zihninde, toplum homojenleştirilmediği takdirde yeni yurdun da kaybedileceği inancı o kadar pekişmişti ki güvenlik endişesiyle sarmalanmış tek kimliğe dayanan bir ulus inşa etme zorunluluğu ile hareket ettiler.
“Tekillik” fikri salt idari rasyonelleşme değil; aynı zamanda duygusal-simgesel bir mobilizasyon projesiydi. Cumhuriyet’in erken döneminde uygulanan yer adlarının Türkçeleştirilmesi, soyadı kanunu, zorunlu tek dilli eğitim ve tarih anlatısının yeniden yazılması, yurttaşın “ideal” tipinin inşasına hizmet etti. Yeni anayasal düzen, “yurttaş = Türk” denkliğini bir üst şemsiye gibi kurarken, fiiliyatta bu şemsiye, toplumsal çoğulluğu eritme çağrışımı taşıdı. “Türk” sözcüğü kamusal alanda zamanla kültürel-etik bir üstünlük işareti gibi tedavüle girdi; devlet ve yurttaş arasındaki sözleşme, eşit haklar statüsünden ziyade bir uyum ve sadakat testi gibi uygulandı.
Bu süreçte, özellikle Kürtler için “yurttaş olarak eşitlik” ile “kültürel olarak Türkleşme” beklentisi birbirine karıştı. Anadilin görünmezleştirilmesi, hatta özel alanda dahi kullanımının cezalandırılması (1930’lu yıllarda çarşı-pazarda Kürtçe konuşan köylülere sözcük başına para cezası kesilmesi gibi........