Büyük gerileme çağında göç, hukuk ve gelecek
Tarih, sadece yerleşik olanların, sınırları çizenlerin ve o sınırların ardında “güvenli” bir hayat sürenlerin tarihi değildir. Tarih, aynı zamanda ve belki de daha çok yürüyenlerin, yer değiştirenlerin, hayatta kalmak için o sınırları zorlayanların ve medeniyetleri birbirine taşıyanların tarihidir. İnsanlık serüvenimiz, durağan bir bekleyiş değil, ebedi bir hareket halidir.
Bugün 18 Aralık Dünya Göçmenler Günü. Bizde olmasa da özellikle Batı Avrupa’nın başkentlerinde resepsiyonlar verilecek, göçmenlerin kültürel çeşitliliğe katkısına dair “güzellemeler” yapılacak ve “misafirperverlik” söylemleriyle vicdanlar bir günlüğüne rahatlatılacak. Ancak bir hukukçu, bir siyasetçi ve her şeyden önce bu kimliklerin ötesinde kendisi de göçmen bir birey olarak ifade etmeliyim: Bugün bir kutlama günü olmaktan ziyade, esaslı bir muhasebe günü olmalıdır.
Zira içinde bulunduğumuz çağ, 20. yüzyılın büyük felaketlerinden ders alarak kurduğumuz insan hakları evrensel beyannamelerinin raflara kaldırıldığı, “insanlık ideali”nin yerini korku duvarlarına bıraktığı karanlık bir dönemdir. Dünya esaslı bir medeniyet krizi yaşamaktadır. Küreselleşmenin vaat ettiği “sınırların kalktığı, özgürleşmiş dünya” hayali, yerini ulus-devletlerin her geçen gün daha fazla kendi içine kapandığı, yabancı düşmanlığının kurumsallaşıp çoğunluk toplumların kültürüne dönüştüğü ve demokrasinin beşiği sayılan ülkelerin dahi kendi anayasalarını askıya aldığı bir geçmişe sığınma hastalığına bırakmıştır.
Bugün Batı demokrasileri, “biz” ve “onlar” ayrımını keskinleştirerek, kendi kimliklerini “öteki” üzerinden yeniden inşa etmeye çalışmaktadır. Akdeniz ve Ege, tarih boyunca kültürlerin, ticaretin ve felsefenin taşındığı birer “uygarlık beşiği” olmaktan çıkıp, dünyanın en büyük isimsiz mezarlığına dönüşmüşken; 18 Aralık’ı sadece göçmen mutfağını, müziğini veya folklorunu överek geçirmek, yaşanan trajediyi ve bundan sonraki sorumlulukları görmezden gelmek olur.
Bugün karşı karşıya olduğumuz tablo, aşırı sağcı ve popülist siyasetçilerin iddia ettiği gibi bir “göçmen istilası” veya basit bir “sınır güvenliği krizi” değildir. Karşı karşıya olduğumuz şey, yönetilemeyen küresel eşitsizliklerin, yaklaşan iklim felaketinin ve en önemlisi, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan insan hakları rejiminin iflasının krizidir. Özellikle Gazze’de dünyanın gözü önünde yaşanan soykırım karşısında takınılan ‘stratejik sağırlık’, Batı’nın ‘insan hakları’ retoriğinin inandırıcılığını, vicdan sahibi herkesin nezdinde tahrip etmiştir. Bugün Akdeniz’de botları batırılan göçmen ile evi başına yıkılan Gazzelinin kaderi, işte bu ahlaki çöküşte düğümlenmektedir: İkisi de ‘evrensel’ olduğu iddia edilen hukuk korumasının dışına itilmiştir.”
Ben göçü öncelikle küresel sistemin ürettiği kaçınılmaz bir sonuç olarak ele alıyorum. Sınır boylarının nasıl hukukun işlemediği “istisna bölgelerine” dönüştüğünü; yaklaşan iklim krizinin “vatandaşlık” ve “egemenlik” kavramlarını nasıl zorladığını; ve Türkiye’nin bu küresel fırtınada, kendi tarihsel tecrübesiyle nasıl bir sınav verdiğini, hamasetten uzak, hukukun, aklın ve vicdanın diliyle değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
“HAKLARA SAHİP OLMA HAKKI”NIN SONU
İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntıları ve Holokost’un utancı üzerine inşa edilen 1951 Cenevre Sözleşmesi, insanlık tarihinin en büyük “bir daha asla” yeminlerinden biriydi. Bu sözleşme, zulümden kaçan bireye sığınma hakkı tanıyarak, devletlerin mutlak egemenliğine insani bir fren koymayı amaçlıyordu. Ancak bugün kabul etmeliyiz ki, o sözleşme, bugünün dünyasını açıklamaya da, yönetmeye de artık yetmemektedir. Uluslararası hukuk, siyasi sınırların insafına terk edilmiş, koruması gereken özneyi, yani insanı tanıyamaz hale gelmiştir.
Hannah Arendt, totaliter rejimleri ve mülteci krizlerini mercek altına alırken, modern dünyada insan haklarının paradoksal doğasını şu çarpıcı tespitle ortaya koymuştu: “Bir insanın insan haklarından yararlanabilmesi için, önce bir devletin vatandaşı olması gerekir.” Arendt’in ‘haklara sahip olma hakkı’ olarak tanımladığı bu ilkeye göre; bir siyasi topluluğa üye olmayan, yani vatandaşlık zırhından yoksun kalan bir birey durumuna indirgenir ve paradoksal biçimde, tam da insan olduğu için sahip olması gereken hakların korumasından mahrum kalır.
Bugün Arendt’in bu uyarısı; Akdeniz’in karanlık sularından Polonya-Belarus sınırındaki ormanlara, Ürdün ve Lübnan mülteci kamplarından Sudan çöllerine ve Gazze’nin yıkıntılarına kadar dünyanın dört bir yanında her gün yeniden doğrulanmaktadır. Bu manzara, ‘Evrensel İnsan Hakları’ idealinin aslında ne denli ‘seçici’ ve ‘kabileci’ olduğunu acı bir şekilde ifşa etmiştir. Sınırlarda ölüme terk edilen göçmenler ile abluka altında nefessiz bırakılan halklar, işte bu ‘seçici evrenselliğin’ kurbanlarıdır.........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Rachel Marsden