Ülkelerin ilkelerle imtihanı

Yıllar önce, dünya tarihindeki en meşhur devlet adamlarından birinin isminin de sıklıkla geçtiği bir belgesel izlemiştim. Belgesel, tarihin en kudretli devletlerinden birinin serencamına dairdi. Bu belgeselde en çarpıcı bulduğum hususlardan biri, işler ne zaman kendileri için sarpa sarsa, ne zaman yönetimlerinde zaaflar belirse ve bu sebeple hoşnutsuzluk ayyuka çıkıp muhalif sesler yükselmeye başlasa, devletin başındaki yöneticilerin hemencecik bir savaş ‘icat etmeleri’ydi.

Gerçek bir tehdit sözkonusu olmadığı halde üretilen bu savaş hali, esasen içteki hoşnutsuzluğu bastırmak amacına yarıyordu. Çünkü savaşla birlikte haklı eleştirileri kriminalize edip eleştirenleri ‘hain’ sınıfına yerleştirmek mümkün hale geliyor; ‘dış güçler,’ ‘yerli işbirlikçiler,’ ‘ülkece içinde bulunduğumuz şu savaş şartlarında…’ gibi söylemlerin izinde, muhalif sesleri ve oluşumları susturmak kolaylıkla mazur, haklı ve hatta meşru gösterilebiliyordu.

Bu belgeselin ele aldığı zaman diliminin üstünden neredeyse ikibin yıl geçmiş durumda. Ve bu zaman aralığında dünya üzerinde belki yüzlerce, belki binlerce yeni devlet kuruldu. Bu arada, dünyamız yeni yeni yönetim biçimleri ile de tanıştı. Bütün bu değişim ve dönüşümlere karşılık, eski devletleri yönetenlerin başvurduğu taktiğin bugün taptaze yerinde duruyor. Bugün de devletlûlar, normal şartlarda kabulü imkânsız hukuksuzlukları üretilmiş veya türetilmiş ‘olağanüstü şartlar’la meşrulaştırma yoluna sapıyorlar. Haklı uyarı ve eleştirileri ihanetle eşleştirme taktiğini bugünün devletleri de aynı pişkinlikle kullanıyor. ‘Norm’un çiğnendiği yerde, ülkenin ‘anormal’ şartlardan geçtiği gerekçesiyle ‘normalde’ kabulü imkânsız tutumlara mazeret üretiliyor. ‘İlke’nin yöneticilerin zaafları, hataları ve yanlışları ile yüzleştireceği zeminde, ‘ülke’ kelimesini her türlü yanlışı aklayan bir deterjana dönüştürerek, ‘içinde bulunulan olağanüstü şartlar’ı ileri sürerek ilkesizliğe meşruiyet üretmenin kapısı aralanıyor.

Mesele sadece bununla kalıyor da değil. Bu söylem, ilkeyi çiğneyenleri; misal, adalet yerine zulme, hukuk yerine keyfîliğe, eşitlik yerine kayırmacılığa, usule riayet yerine yolsuzluğa yönelenleri ‘ülkenin savunucusu,’ ‘vatan için ilkeyi bile çiğneyebilen vatansever’ konumuna yerleştirip kahramanlaştırırken, onlara bir de ‘ilke’nin izini sürenleri ‘ülke’nin karşısında imiş gibi sunma imkânını bahşediyor. Bir söylemle iki kuş: Hem boğazınıza kadar yozlaşmış ve zulme batmış halinizle kendinizi aklama imkânı buluyor, hem de halinizi yüzünüze vuran tertemiz insanları ‘ihanet’le lekeleme gücüne sahip oluyorsunuz!

Bu şartlarda sıradan insanların geliştireceği tepkiyi tahmin etmek zor değil. İnsanî ilkelerin izini sürmenin ihanetle damgalandığı şartlarda sıradan insanlar, ‘hain’ ve ‘işbirlikçi’ olarak damgalanmamak için, ilkeyi çiğneyenlerin son sığınak olarak ürettikleri “Ülkemin yanındayım” sözünün arkasında hizalanırken, hakikat-ı halde bu söz şu anlamı temsil ediyor: Hain ilan edilmemek için, ilkelerden........

© Serbestiyet