Sınanma zamanı geldiğinde

İslâm klasiklerini okumayı severim. Onların en sevdiğim bir özelliği ise, birçok meseleyi meseller üzerinden akla yaklaştırmayı tercih etmeleridir. Mevlânâ, Sâdî, Attar, Câmî… derken, İslâm klasikleri içinde kimin eserine göz değdirseniz, muhakkak meseller karşılar sizi. Müellif, o mesellerle mânâya bir suret giydirerek hakikat ile akıl arasında bir köprü kurar ve böylece onu havas-avâm herkes için açık ve anlaşılır hale getirir.

İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım düzeyinde bir katliâmı sürdürdüğü son onbir ayda dünyada olup bitenlere dair gördüklerim, Ferideddin Attar’ın İlahiname’sinde belki otuz yıl önce okuyup zihnime yerleştirdiğim bir meseli bana düşündürüyor. Gün geçmiyor ki, o meselin bir kez daha hâfıza arşivimden başını çıkarıp varlığını hatırlattığı bir durum olmasın.

Öyle oluyor. Çünkü nicedir bu meselin bir kurgu olmaktan öte hayatın içinde gerçekten yüzyüze gelinen bir olgu olduğunu hatırlatan bir olaylar zincirinin içinde yaşıyoruz.

Milli Eğitim Bakanlığının Hasan Âlî Yücel döneminde yayınladığı klasikler içerisinde Abdülbaki Gölpınarlı çevirisiyle yayınlanan İlâhînâme’de yer alan bu meselde, müellif Rûm ülkesine birşeyler götürmekte olan üç kişiden bahsediyor. İfade bana ait zannedilmesin diye özellikle not ediyorum; çeviride bu üç kişi “bir Alevi ile bir âlim ve bir puşt” diye anlatılıyor. Meselde aktarıldığına göre, bu üç kişi Rûm ülkesine doğru yol alırlarken puta tapan bir topluluk ansızın etraflarını çevirip kendilerini esir alır ve tapmakta oldukları putun önüne getirirler. Bu putperestlerin, putlarının önünde üçüne birden söyledikleri şudur: “Putumuza secde edeceksiniz. Yoksa üçünüzün de kanını dökeriz. Hatta size eman vermez, burada hemencecik öldürürüz.”

O üç kişi, bu putperestlerden “Bize bir gecelik olsun eman verin” diye ricada bulunurlar. “Biz bu gece bir düşünelim” derler. Onlara bir gecelik mühlet verilir, lâkin üç kişi de atıldıkları zindanda perişan haldedirler. Zor bir ikilemdir yüzyüze geldikleri… Puta secde ederlerse inandıkları dinin emrini çiğnemiş olacaklardır, puta secde etmeyi reddettiklerinde ise hayatları son bulacaktır.

Üçü de atıldıkları zindanda durumlarını ve kanaatlerini kendi aralarında müzakereye başlarlar.

Önce Şia’ya mensup zât söz alır ve puta tapan bu adamların dediklerinin yapılması gerektiğini söyler. Bunun itikadlarına aykırı bir durum olduğunun elbette farkındadır, fakat Ehl-i Beyte bağlılığının onu kurtaracağı ümidini taşımaktadır: “Ben ceddime güveniyorum. Yarın benim için elbette şefaat ederler.”

Sünnî âlim de benzer bir düşünceye ulaşmıştır. Putun huzurunda secde etmek için alnını yere değdirmeye asla gönlü razı değildir. Ama canın, tenin, hayatın değerli olduğunu da düşünmekte; gönlünü, bu zalim putperestler yüzünden canından olmaya razı edememektedir. Âlim, yaşadığı ikilemi iki yol arkadaşına bu şekilde anlattıktan sonra, bugüne kadar ilmiyle İslâm’a yaptığı hizmetleri sayıp döker ve en sonunda, canını kurtarmak için adamların dediğini yapmaya karar verdiğini söyler. Gerekçesini de şöyle açıklar: “Bugüne kadar ilmimle yaptığım hizmet elbette bana şefaat eder.”

Sıra üçüncü kişidedir. Çevirinin yapıldığı zaman ve zeminde o kelime muhtemelen bugünkü gibi argo ve hakaret ifadesi olarak kullanılmıyor olmalı ki, Milli Eğitim Bakanlığının yayınladığı tercümede ‘puşt’ sıfatıyla geçen bu üçüncü kişi şimdi kanaatini ve kararını açıklayacaktır. Kelimenin sözlük anlamının izini sürüp kişinin durumunu ifade edecek olursak, bu üçüncü kişi kendi bedenini cinsel zevk için başka erkeklere kullandıran biridir. Dolayısıyla başkalarının gözünde ‘adam yerine konulmayan’ bir kişidir. O da durumunun ve kendisine ne gözle bakıldığının farkındadır. Ne Şîa’ya mensup........

© Serbestiyet