Bir ölümün ardından (I)
Haftanın ilk günü, Pazartesi sabahı telefonuma gelen bir bildirimin sesiyle uykudan gözümü açtığımda karşıma çıkan, bir ölüm haberiydi. Mesajı yazan arkadaşım, Fetullah Gülen’in öldüğü haberini iletiyordu.
Daha önce böylesi söylentiler defalarca ortalıkta dolaştığı için internet üzerinden hızlıca tarama da yapıp bizzat yakın çevresince doğrulandığını gördüğümden, bu dünyada her nefsin muhakkak tadacağı ölümü F. Gülen’in de tattığından artık emindim.
Haberin doğruluğu netleşince bende oluşan, garip şekilde, ağır bir yükün üstümüzden kalktığı hissi idi. Sadece kendimle ilgili de değil, bütün bir memleketin üstünden bir yük çekilip alınmış gibi hissediyordum.
Hayatımın hiçbir diliminde, merkezinde ve tepesinde Fetullah Gülen’in olduğu yapıyla herhangi bir aidiyet bağı yaşamadığım halde, işte böyle hissetmiştim. Çünkü onbeş yaşımdan beri ne yapsam, neyi konuşsam, nereye yönelsem, bu isim bir gölge, bir heyülâ gibi hep karşıma çıkmıştı. Bir şey söylersin, “Ama Fetullah Gülen…” Bir şey yaparsın, “Ama F. Gülen…” Bir şeyin yapılmaması gerektiğini düşünürsün, “Ama F. Gülen…” Dinin ve hayatın herkesi kuşatan ve her renge yer olan geniş dairesinde ne der, ne yapıp ederseniz muhakkak o geniş daireyi daraltan, o renkliliği tek renge indirgeyen deyim yerindeyse işgalci ve tekelci bir zihniyetin koçbaşı gibi hep karşınıza çıkıveren bir isim artık yeni bir şey yapamayacak, söylediği yeni bir şeyle karşınızda beliremeyecekti. Buydu muhtemelen ölümünün haberi karşısında bendeki o ruh halini uyandıran…
Ege’nin kendi halinde bir ilçesinde içinde her türden ve görüşten insanın olduğu bir akraba ve mahalle ortamında doğup büyüyen biri olarak onbeş yaşına geldiğimde bir yol ayrımı veya arayışının eşiğinde olduğumu görüp bir tercihe kendimi mecbur bildiğimde, çevremdeki insanlar arasında yaptığım bir mukayeseyle ilerlemiştim. Hepsi aynı toprağın mahsulü insanlar arasında kişiliğini ve karakterini en yüksek noktada gördüğüm kişi ile okuyup beslendiğini bildiğim kaynak arasında bir ilişki olduğu düşüncesi, nazarımı onun okumakta olduğu Risale-i Nur’a ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî’ye yönlendirmişti. Ve Risale-i Nur camiasıyla temasımın daha başlarında, Fetullah Gülen isminden bir şekilde haberdar olmuştum.
Olumlu anlamda bir haberdarlık değildi bu. Çünkü Küçük Dünyam’da kendisinin de anlattığı üzere bir dönem Tire’de kalma durumu olmuş, ama bu gelişi uzun süreli kalışa dönüşememişti. Çünkü doğup büyüdüğüm ilçedeki Risale-i Nur talebelerinde, bu gelişte görünen niyetin ardında bir başka niyetin de olduğu zannı oluşmuştu. 12 Mart askerî müdahalesi şartlarında İzmir’de sıkıyönetim savcısı Nurettin Soyer’in hazırladığı iddianamede ‘Nur talebesi olmakla suçlanan’ isimlerden biri henüz yirmili yaşlarının başında gencecik bir Tireli idi ve mahkemede o genç haliyle ‘Nur talebesi olmakla suçlanmayı’ kendisi için bir iftihar olarak kabul etmişti. Buna karşılık, gezici vaiz olarak başta İzmir ve Manisa’da ateşli vaazlarıyla insanları coşturan Fetullah Gülen, “Ben bir vaiz olarak her türlü kitabı okurum, Said Nursî’nin kitaplarını da okumuşluğum vardır” diyerek kendini beraber yargılandığı Nur talebelerinden ayrıştırıp kurtarmaya çalışma taktiğini seçmişti. Başka her yerdekiler kadar, Tire’deki Nur talebelerinin de hazmedemediği birşeydi bu. Sonrasında, Risale-i Nur camiasının mensupları kendisine “Ya Risale-i Nur mesleğinin ilkelerine göre hareket et yahut yollarımızın ayrı olduğunu biz herkese ilan edeceğiz” demişlerdi. 70’lerde olup biten bu olayların sıcaklığı henüz geçmediği içindir ki, daha onbeş yaşında bir gençken 1979’da Risale-i Nur okumaya başladığımda, ‘geçmişinde Risale-i Nur camiasıyla ilişkisi olmakla birlikte zaman içinde şahsı merkezli bir hareket oluşturan ve Risale-i Nur mesleğinin birçok ilkesine aykırı hareket eden bir hoca’ olarak F. Gülen’in ismini defalarca işitmiştim. İzmir’de bilhassa Hisar Camiinde sahabiler asrına atıflar yüklü vaazlarıyla büyük kalabalıklar topladığı; ama bu anlatımlarında bir ölçü ve denge problemi olduğu söyleniyordu dahil olduğum Risale-i Nur çevrelerinde.
Bu esnada, hayatımda ilk kez, Fetullah Gülen’in talebesi olduğu söylenen birini ninesini ziyarete geldiği bir gün mahallemizin tarihî camiinde tanımıştım. Zayıf bir beden, ince bir bıyık, başında takke, hafif eğik omuz ve pantolon içine alınmamış gömleğiyle, bana bir zamâne dervişi gibi gözükmüştü. Samimi, ama hayatın ortasında değil, kenarında yaşayan bir insan… Bir mühendislik fakültesinde okuyor olduğunu öğrendiğim o kişinin bende uyandırdığı izlenim oydu. Benim olmak isteyeceğim kişiye benzemiyordu.
Fetullah Gülen’in düşünce ve hareket biçimine daha yakından aşina olmam, dahası çok kısa süre içinde Fetullahçılığın yaşadığı dönüşümlere tanıklık etmem, 1981’de üniversite eğitimi için İstanbul’a geldiğimde gerçekleşti. Fakültede ilk gün tanıştığım isimlerden biri, benim Risale-i Nur okuyan biri olduğunu öğrendikten sonra açıkladığı üzere, Fetullahçıydı. Risale-i Nur camiası içindekiler, öğrencilerin kaldığı evlere ‘dersane’ diyorlardı. O ise Süleymaniye tarafındaki bir ‘ev’de kaldığını söylemişti. Çok halim selim biriydi, iyi niyetliydi, etliye sütlüye karışmaktan hep çekinirdi ve bu arada bizimle birlikte yemekhaneye hiç ama hiç gelmezdi. Anfide aynı sırada oturduğumuz diğer arkadaşların da garibine giden bu durumun sebebini, bir zaman sonra bana açıkladı. ‘Ev’deki ‘abi’leri, üniversitenin yemekhanesinde hangi yağın ve etin kullanıldığından emin olunmadığı için okul yemeğini yemenin ‘caiz’ olmadığını söylemişlerdi. (İlerleyen zaman içinde farklı tecrübelerle “Caiz mi?” soru ve sorgulamasının bir bakıma Fetullahçı tanıma anahtarı niteliğinde olduğunu ve, arkadaşımı tenzih ederek söyleyeyim, içlerinden bazılarının........
© Serbestiyet
visit website