Ba’de harâbi’l-cemâa
Bu yazıyı, on yıl önce, Eylül 2014’te bir dergi projemiz için kaleme almıştım. Projeyi hayata geçirmemiz mümkün olmayınca, yazı da öylece bilgisayarımdaki dosyalar arasında kaldı. Meğer yayınlamak bugünlere nasip olacakmış!)
“Kader ilim nev’indendir” sırrını hatırlatan bir süreçti olup biten. İçeride olanın bir türlü bilemediği, ama dışarıda olanın az biraz basiretle dahi pekâlâ görebildiği bir seyirde cereyan ediyordu herşey.
“Kader ilim nev’indendir” derken, yokuş aşağı giden bir araba ile yokuş yukarı giden bir araba örnek verilirdi hani. Biri kendi şeridinde giderken, öbürü inadına karşı şeritte giden… Tepeden yola bakan biri, ters şeritte giden kendi şeridine geçmediği takdirde muhakkak bir kazanın olacağını öngörür, dahası iki aracın hızına bakarak bu kazanın hangi virajda vuku bulacağını bile söyleyebilirdi. Elbette, o kazanın olma sebebi, o adamın öyle söylemesi değildi; kazanın sebebi şerit ihlali idi ve o adam bu gidişatı gördüğü için kazayı da öngörebilirdi.
‘Kutlu amaç’ uğruna “Her yol mübah” dedikten sonra “Her şerit benim olacak” aşamasına geçmekte hiç de zorlanmayan bir yapının, şerit ihlali konusundaki o kadar uyarıya kulak tıkayıp, yolun bir yerinde ve virajların birinde o kazayı yapıp arabasını uçuruma yuvarlayacağını görmek için ermiş, derviş, velî, mehdi, mesih filan olmak gerekmiyordu velhasıl. Dışarıdan bakabilen herkesin az biraz basiretle pekâlâ görebildiği bir gerçekti bu.
Dahası, şeridini ihlal ederek yokuş aşağı giden o arabanın artık freninin de patlamış olduğu gerçeğiydi. Nicedir söylüyorduk, “Ne olacak bu cemaatin hali?” diye soranlara: “Freni patlamış halde yokuş aşağı giden bir kamyon görüyorum.” Araç yokuş aşağı freni patlamış halde giderek hız kazanır ve kontrollü şekilde durdurulması gitgide daha da imkânsız hale gelirken, uyarılara bu bakımdan da kapalıydı kulaklar. Uyarılara açık olsalar hem şerit ihlalinden vazgeçer, hem de bir kaçış rampasına direksiyon kırıp arabayı o şekilde durdurarak ‘durup düşünme’ aşamasına geçerler idi belki. Ama hayır! Harfe değil rakama, söze değil sayıya değer verilen ‘âhir’ zamanda ‘niceliğin egemenliği’ne kendini bu kadar kaptırmışken daha fazla ‘hız’ı daha fazla ‘başarı’ olarak algılatan basiret körlüğü, bu hız artışını bir felâketin habercisi olarak göreceği yerde ‘başarı’nın, daha da fazla ‘başarı’nın nişanesi olarak algılamayı tercih ediyordu. Böyle olunca da, “Aman dikkat! Aman şerit ihlali! Aman frenler çalışmıyor!” diye mü’minâne bir şefkat ve de insaniyetin gereği bir rikkat ile feryad u figân ederek dışarıdan yaptığımız uyarılara karşılık, kamyonun içinde ve üstünde olanlardan “Hasetlerinden öye diyorlar. Bizi çekemiyorlar. Gerçeği göremiyorlar” psikanalizleriyle birlikte “Hızlı! Daha da hızlı!” tezahüratını işitiyorduk yalnızca.
Eh, durum böyle olduktan sonra, “Olacak olan, olur” kabilinden Wittgenstein-vari derin filozofik analizler gibi okunurdu bütün yazılanlar ve sözlenenler.
Olmuştu işte. Olacak olan, oluvermişti.
İşin garibi, ‘olacak olan olduğu’ halde dahi gerçekliğin reddi, hiçbir şey olmamış aymazlığı, canı yanan erkek çocuklarınkine benzer ‘acımadı ki’ inkârcılığıydı. Halbuki göz de, akıl da, acı da, olanın farkına varmak ve yanlışından çıkıp adımını doğrultmak için rahmânî imkânlardı.
Ama olmuyordu işte. Zira, seneler önce bir dizi tecrübenin bana öğrettiği basit iki gerçek, burada da geçerliydi: (i) Kendisine hiç yardım etmeyene, sen asla yardım edemezsin. (ii) İçinden gelmeyene, dışarıdan yaptıramazsın!
* * *
Durum ne yazık ki buydu. Ama nasıl bedenimizdeki hastalığı anlayalım diye bize türlü çeşit semptom, acı ve ağrılarla mesaj gönderiyorsa Rabbimiz, burada da arızayı, marazı, problemi tesbit için o kadar imkânı var ettiği halde, örneği olmayan bir asabiyet bütün bu mesajları devre dışı bırakıyordu. Ne de olsa, ‘örnekleri kendinden bir hareket’ idi onlarınki. Başkalarına önce öyle, sonra böyle olmuş olabilirdi; ama onlar farklıydı, başkaydı, bambaşkaydı. Bilmiyorlardı; aslında böyle düşünmek dahi tarih boyunca binlercesi zuhur etmiş böylesi hareketlerin ortak özelliklerinden bir diğeriydi. Ama güya ‘örnekleri kendinden olan’ bir hareket, başkaca hareketler örnekliğinde anlaşılmaz, başkaca hareketlerin akıbetinden onun da akıbetine dair bir hisse düşülemezdi onlara göre. Bilakis, önderinin bir vakit kamyon yine bir duvara vurduğunda söylediği gibi, “Ne sadece dün, ne bugün, ne de yarın” olan, bilakis ‘bütün bu zamanların hepsine sözünü geçirme konumunda bir sahibü’l-vakt’e dair destanlar yazmakla meşguldüler.
Ama ah, keşke ‘örnekleri kendinden’ olmak yerine, olan bitenden örnek alan olabilseydiler… Ah keşke kendilerini başkalaştıran bir teoloji veya hatta eskatoloji üretmekle meşgul olmak yerine, toplumların, toplulukların kaderine dair sosyolojiden, siyaset biliminden, sosyal psikolojiden; din adına varolan toplulukların imtihanına dair de kıssalardan ve hadislerden birer hisseye kendilerini açık tutabilseydiler… Keşke ‘ben’leri ‘biz’de buluşturmakla imtihanın bitmediğini; “Otuzuncu Söz”ünde Bediüzzaman’ın ısrarla dikkat çektiği üzere aslolanın ‘Ene’den ‘Hüve’ye bir yol bulmak olduğunu; aksi takdirde ‘ben’ terkedilse bile bu defa ‘asabiyet-i nev’iye ve milliye’ suretinde ‘ben’ enâniyetinden daha belalı bir ‘biz’ asabiyetinin zuhur edebildiği gerçeğini görebilseydiler…
Görseydiler, nefsini unuturken kollektif bir nefs-i emmâre üretmenin pekâlâ başa gelebilen bir bela olduğunu…
Görebilseydiler de, mü’min kardeşlerinin onlara yönelik tatlı sert uyarılarını haset psikanalizlerine meze edecek yerde, bir manevî/cemaatî tedavinin ‘ameliyat-ı cerrahiye’si olarak değerlendirebilseydiler. Hem, o pek de meftûnu oldukları övgülerdeki gönül çelen, kalp çalan ‘anestezi’ye de uyanabilseydiler keşke.
Ama bünye ‘biz’ asabiyetiyle mâlûl hale gelip ‘ben’den vazgeçenler ‘örnekleri kendinden bir hareket’in ‘biz’ kibriyle sarhoş olduğunda, görülemiyordu bunlar. Bilakis, maddî bünyede immun sistemi bozulduğunda yaşananların bir benzeri burada yaşanıyor; bünye, öven ‘mikrop’ları gönül rahatlığıyla içine kabul ederken, uyaran ‘antikor’ları ve ‘akyuvarları’ habire öldürüyordu!
Durum bu noktaya gelmiş iken, sonuç olan şeyden başka ne olabilirdi ki?
* * *
Âlemlerin Rabbi, geçmiş ümmetlerin akıbetiyle, en başta bizi uyarıyordu oysa. Bir tarih kitabı değildi Kur’ân. Onda ‘düne dair’ ne varsa, esasen ‘bugün için’di. ‘Onları’ anlatırken de ‘bize’ konuşuyordu âlemler Rabbi.
Allah’tan gelen âyetlerin sadece zâhirine odaklanarak sapanlar, âyetlerin zahirini inkâr ve iptal eden bir bâtınîlikle sapanlar; ruhsuz bir ‘şeriat’ vurgusuyla savrulanlar, şeriatsız bir ‘ruh’ vurgusuyla savrulanlar; seçmeci bir anlayışla, gelen vahyin özündeki bütünlüğü ya öyle ya böyle yitirenler; tevillerle kendi yorumunu dinin merkezine yerleştirenler… daha nice şeyle ‘onları’ anlatırken Kur’ân, asıl ‘bize’........
© Serbestiyet
visit website