Eksik ve kaygılı bir devrimperestlik: Amerikan Devrimi
[21-22 Ocak 2025] Mao’dan önce Lenin, Lenin’den önce Marx, Marx’tan önce Fransız Devrimi ve Robespierre vardı. Onların da öncesinde Yeniçağ (Erken Modernite) ve Aydınlanma düşüncesi yatıyordu. Devrimcilerin devrim anlatımı (yani devrimin sırf iyiliği, doğruluğu, haklılığı ve faydası değil, aynı zamanda zorunluluğu, kaçınılmazlığı ve karşı durulmazlığı doktrini) gökten zenbille inmedi. Modern devletin teorileştirilmesi Machiavelli’yle başlayıp Jean Bodin, Hobbes, Locke ve Montesquieu ile gelişirken, içine bir noktadan sonra bu devlete itiraz ve isyan sorunu da girdi. Uzun süre bir ihtimal olarak kaldı; Rousseau ile olağanlaştı, giderek daha kolay kabul edilebilir bir meşruiyet kazandı. Ama aynı zamanda, bunun sınırı nedir, nerede durulur, her önüne gelen her durumda ayaklanıp devrim yapmaya kalkarsa bu iş nereye varır gibi kaygıları da beraberinde getirdi. Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi’ne her ikisi, yani hem özlem hem endişe birlikte yansıdı.
Amerika’nın Bağımsızlık Savaşı ve tabii Bağımsızlık Beyannamesi (veya Bildirgesi) diyoruz, ama pekâlâ Amerikan Devrimi de denebilir; sık sık deniyor nitekim. Çünkü hem Britanya İmparatorluğu’na, hem İngiltere kralına, tahtına ve tâcına başkaldırıydı. Kuzey Amerika’nın feodal bir geçmişi hiç olmadı. Avrupa’nın Atlantik kıyısının beyazları Yeni Dünya’ya damarlarında kâr hırsıyla çıkageldi ve avcı-toplayıcı yerlilerden gaspettikleri alanlarda (bağımlı köylülere dayalı) aristokratik bir toprak düzeni değil, kâh köle emeğine, kâh (daha çok) ücretli emeğe dayalı kapitalist ticaret kolonileri oluşturdu. 1775-1783 arasında bağımsızlıklarını kazandıklarında da, monarşiyi akıllarına dahi getirmeyip, doğrudan demokratik bir cumhuriyet kurdular.
Yukarıda gördüğünüz resim, kırk – kırkbeş yıl sonra bu tarihsel ânı ve kurucu sınıfı canlandırıyor. John Trumbull’un The Declaration of Independence tablosu. Konusu, Bağımsızlık Beyannamesi’nin 1776’nın 4 Temmuz’unda kabul edilmesi değil. Philadelphia Kongresi üyelerinin çoğunluğunca 2 Ağustos’ta imzalanması da değil. Daha önceki bir olay: metni kaleme almakla görevli beş kişilik komisyonun, hazırladıkları taslağı 28 Haziran’da Kongre’ye sunması. Sanatçıya hükümetten sipariş 1817’de verilmiş, fotoğraf öncesi çağda fotoğrafik bir realizme ulaşmak istemiş, bunun için iki yıl çalışmış, 56 imzacıdan 42’sinin hayattaki görüntülerini bulup resmedebilmiş, 1819’da bitirip satmış (yani teslim edip parasını almış); 3.7 x 5.5 metre boyutlarındaki eseri 1826’dan beri Washington DC’deki Capitol binasının büyük kubbesinin altındaki yuvarlak giriş holünde (Rotunda’da) duruyor. Ne görüyoruz? Delegelerin çoğu sol ve sağ arkada, kâh ayakta kâh oturmakta. Sağ öndeki masada, koltuktaki Kongre Başkanı John Hancock; yanında dikilen, Kongre Sekreteri Charles Thomson. Önlerinde, Komisyonun beş üyesi: (soldan sağa) John Adams, Roger Sherman, Robert R. Livingston, (asıl yazarı diyebileceğimiz) Thomas Jefferson ve (keza önemli fikrî katkılarda bulunan) Benjamin Franklin. Toplumsal bileşim hayli çarpıcı. Tek bir kadın yok; tümüyle erkek ve hali vakti yerinde bir topluluk. Zenginleri, büyük çiftlik (ve bazen de köle) sahiplerini, tüccar ve bankacıları, girişimcileri, işadamlarını kapsıyor. Kültürel bakımdan da Aydınlanma ile rezonans içindeki, entellektüel yanı güçlü bir denizaşırı burjuvazi. Yazdıklarına kuvvetle damgasını vuruyor.
Benim derdim, sadece ilk iki paragrafıyla. Toplumsal olayların akışı içinde, diye başlıyor (human events diyor; “beşerî” diybilsek iyi de “insanî” veya “insanları ilgilendiren” gibi ifadeler çok hantal, onun için toplumsal diye çevirmeyi tercih ediyorum), bir milletin (people diyor; kavim, halk veya millet olabilir ama hem çağ, hem ideolojik bağlam sanırım millet demeyi gerektiriyor) kendini başka bir millete raptedegelmiş olan siyasî bağları koparıp dünya devletleri arasındaki ayrı ve eşit konumuna kavuşması zorunlu hale gelebilir. İşte bu noktada, insanlığın kanaatine duyduğumuz saygı neden bu adımı attığımızı açıklamayı gerektiriyor (1). Cümlenin ana mecrası bu şekilde. Ancak arada çok kritik bir alt-cümle var. Jefferson ve arkadaşları, söz konusu “ayrı [bağımsız] ve eşit” konumu Tanrı’ya bağlamak gereğini duyuyor.
Bunda ne var, diyebilirsiniz. Hemen herkes yapmıyor mu bunu? 1921’de Mehmed Âkif de “Hakka tapmaya” bağlamayacak mı milletinin hürriyet ve istiklâlini? Ama hayır, galiba burada biraz farklı bir din ve tanrı anlayışı söz konusu. Çünkü söz konusu “ayrı ve eşit” statü, “Doğa Yasaları’nın ve Doğa’nın........
© Serbestiyet
