Oyun oynamayı her zaman çok severiz çünkü oyun, mücadelesi, belirsizliği, dayanışması, yalnızlığı, yenilgisi ve zaferleriyle hayatın mükemmel bir simülasyonu olmasına rağmen onun içindeki acı ve ıstıraplardan, korku ve yıkımlarından arındırılarak yalnızca güzel ve keyifli anların bırakıldığı kurmaca bir gerçeklik sunar.
Simülasyon, adı üzerinde, benzerin gerçek dışı bir taklididir ve bu nedenle ne hayat oyun ne de oyun, hayatın kendisi demektir. Ne var ki hayatın gerçekliği içinde kaçırdığımız pek çok duygu, oyunun içerisinde çok daha gerçek bir biçimde canlanır ve yaşanır. Tam da bu, noksanlığı duyulan duygu haline geçebilmek için oyun oynamayı isteriz. Yaşanmamış ya da tekrar yaşanması gereken ne kadar duygumuz varsa oyun sırasında açığa çıkar, bir süreliğine her şeyi unutarak tam anlamıyla oyuna dalar, hiç bitmesin isteriz. Oyun, tıpkı rüyalar gibi kurmaca bir senaryoyla ama fazlasıyla gerçek duygularla oynanır. Etrafımızda kaç kişi olursa olsun kendimizi hep en yalnız halimizle baş başa buluruz.
Bu anlamda, tıpkı edebiyat gibidir; içinde pek çok acıyı, mutsuzluğu ve yok oluşu barındırsa da yaşamın hep aynı kalacağı ve hep varolacağımız hissi hiç kaybolmadığı için hem içinde hem de dışındayızdır okuduğumuz metinlerin. Ne olursa olsun, hayatı bir süreliğine dışarıda bırakır, kendi kendimizle olmanın zevkine varırız. Güzel bir roman okumak iyi bir maç izlemek gibi keyif verir; kahramanlarla özdeşlik kurabildiğimiz ölçüde içine girer, asla tarafsız kalamayız.
Romanla, diyelim bir futbol maçı arasındaki tek fark, denilebilir ki birincisini kurmaca olmasına rağmen gerçek gibi algılamamız, ikincisini ise oldukça gerçek olmasına rağmen kurmaca gibi görmemizde yatar. Bittiğinde her ikisi de aynı etkiyi bırakır, her ikisinde de hayatın sıradan gerçekliğine geri dönmeyi pek istemez, duygusal bir noksanlık hissine kapılırız. Oysa oyundan alınacak esas tat, belki de duygularda değil düşüncelerde gizlidir. Ve en iyi spor yazıları, genellikle edebiyatçıların içinden gelir. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun Gölgede ve Güneşte Futbol’u (Can Yayınları), nasıl da futbolda yaşanabilecek neredeyse bütün duyguları düşünceye dönüştürerek yitip gitmeyen bir lezzete çevirir. Duyguların geçiciliği en çok oyun sonrasında hissedilir!
Koşmak, yüzmek, boks yapmak üzerine pek çok düşünce yüklü kitaba rastlanabilir. Tenis ise biraz daha farklı ve pek çok insana çok daha uzak (bokstan bile!) görünebilir. Başlangıcı itibariyle bir kraliyet sporudur ve bu nedenle, bu alana girmek biraz majestelerinin iznine bağlıdır! İlginç bir zıtlık olarak yoğun kas gücüyle çalışan işçilerin bu sporu oldukça iyi yaptıkları bilinir. Bir zamanlar Fransızların (ki tenis adı Fransızca, alınız ya da size doğru geliyor dikkat ediniz anlamına gelen tenez’den gelmektedir) getirdiği tenisi, Zonguldaklı maden işçilerinin ne denli iyi oynadıkları ve sonradan sporun, bu işçi kentinin sokak aralarına kadar yayıldığı bilinir. Zonguldak’ta her köşe başında bir tenis kortu görmek, vaktiyle İstanbul’dan tenis turnuvası için özel vapur seferleri........