Burjuva-demokratik devrimlerini sahiplenmek mi yoksa aşmak mı?
Ön not: Bu yazı, Bartu Bölükbaşı’nın 10 Kasım 2025 tarihinde kişisel sosyal medya hesabında yaptığı (hemen aşağıda alıntısını paylaşacağım) açıklamanın düşündürdüklerinden hareketle kaleme alınmıştır. Söz konusu paylaşım, bizlere şu tür soruları sormayı zorunlu kılmıştır: Eğer burjuva-demokratik devrimi sahiplenmemek “marksist” ya da “adam” olmamakla özdeşleştiriliyorsa, o halde Mustafa Suphi, İbrahim Kaypakkaya, Behice Boran gibi bu devrimleri aşmak isteyen devrimciler de “marksist” ya da “adam” değil miydi? Acaba bugün yapılması gereken, burjuva-demokratik devrimleri hâlâ sahiplenmek midir, yoksa onları tarihsel sınırlarıyla birlikte aşmak mıdır? Bartu şöyle diyor:
Kendi ülkesinin burjuva-demokratik devrimini ve aydınlanma hareketini sahiplenmeyen adamdan bırakın marksisti adam olmaz, hatta bir bok olmaz. 1908’in padişah devirmiş İttihatçılarını, 1923’ün emperyalizmi Sovyet desteğini de alarak kovan kalpaklı Kemalistlerini ve 1968 sürecinin mahkeme savunmalarında onları övgüyle selamlayan Denizleri ve Mahirleri sahiplenmekten imtina edip de kendini solcu sanan zararlı cemiyet kırması liboşlara tek cevabımız şudur; Kumda oynayın. (Noktalama ve yazım hataları oldukları gibi bırakılmıştır).
Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da belirttiği gibi, burjuvazi, tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır.[1]Burjuvazinin, feodalizmin yıkılmasında, üretici güçlerin gelişiminde, bilimin ve aklın önünü açmada payı çok büyüktür. Fakat bu devrimlerin ilericiliği, sınırsız olmamıştır. Burjuvazi, kendi iktidarını kurduğu andan itibaren, devrimci rolünü bir kenara atmış, yeni düzenin, düzeninin muhafızına dönüşmüştür.
Avrupa’da 18. yüzyılda yükselen burjuva aydınlanması, feodalizmin bağrında filizlenen yeni bir sınıfın, yani burjuvazinin, ideolojik silahı olmuştu. Akıl, özgürlük, yurttaşlık gibi kavramlar, insanlığın değil, burjuvazinin kendi iktidarını kurma mücadelesinin teorik biçimleriydi. Feodal zincirlerin kırılması, üretici güçlerin gelişmesi açısından elbette ilericiydi ama bu ilerleme, yeni bir sömürü biçimini, emek gücünün metalaşmasını beraberinde getirmişti.
Osmanlı topraklarında 1908 Jön Türk Devrimi, bu genel eğilimin geç bir yansımasıydı. Hareketin hedefi feodalizmin tasfiyesinden ziyade, Osmanlı-Türk burjuvazisinin ve bürokrasisinin modern bir devlet aygıtı kurma arzusunda yatıyordu. Dolayısıyla bu devrim, üretim ilişkilerini dönüştürme, tefecilik ve köylü sömürüsüne son vermek gibi meselelerle uğraşmadı. Attığı naralar, işçiye emeği üzerinde söz ve hak sahipliği ya da sendikal haklar verilmesi için değil, yönetici sınıfın çıkarlarına göre düzenlenecek anayasal çerçevede daha düzenli bir sömürü rejimi getirme amacı taşıyordu.
1923 Cumhuriyeti bu sürecin doğal uzantısıdır. Harf devrimi, laiklik, kadın hakları gibi reformlar tarihsel olarak ilerici ve önemleri asla reddedilmemesi gereken adımlardır, ancak bu gibi ilerici adımların, yeni bir sermaye birikim rejimini meşrulaştıran burjuva modernleşmesinin ideolojik aygıtları olduğu da es geçilmemelidir. Klasik ama geç kalınmış bir burjuva-demokratik devrimle doğmuş 1923 Cumhuriyeti, gerici Osmanlı monarşisinin, feodal kalıntıların tasfiyesi, ulusal pazarın oluşumu ve kapitalist üretim tarzının kökleşmesiyle sonuçlanmıştır. Ne var ki bu devrim, emperyalizmle kopuş değil, uzlaşma temelinde şekillenmiştir. Bağımsızlık savaşı sürecinde, pragmatik ve cılız olsa da takındığı antiemperyalist tutumundan ötürü aldığı Sovyet desteğine rağmen iç mantığında taşıdığı antikomünist karakteriyle uygun biçimde hareket eden “Kemalist” iktidar, işçi sınıfının örgütlenmesini bastırmış, tarihsel TKP’yi yasaklamış, Kürt isyanlarını bastırmış, sendikal hakları tanımamıştır. Yani 1923 Cumhuriyeti; 1789 ve 1848 Fransız Devrimleri, 1908 Jön Türk Devrimi gibi feodalizme ve/ya da kalıntılarına karşı ilerici bir işlev görmüş, aynı zamanda ise, işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarını bastırmış bir devrimdi. Eğer Marksist bir tutum, burjuva-demokratik devrimleri gibi tarihsel Momentleri salt “ilerici” yanlarıyla değil, sınıfsal içerikleriyle değerlendirmek ise, 1908 ve 1923’ün aydınlanması, üretim ilişkilerini devrimci biçimde dönüştürmediği için, proletarya açısından bir “aydınlanma” olarak........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein