Manifesto’dan önceki hayalet: Bedreddin
Yalnızca Spartaküs, Ebu Zer veya Münzer değiliz biz.
En zorlu koşullarda bile
Karmati içeriklidir gülümsemelerimiz.
Geleceği örgütlerken, bir Bedreddin’e,
Bir uzun menzilli geleceğe değer perspektifimiz.
Börklüce, Torlak ve diğerleri…
Aydın’da Manisa’da ekildi,
Barikatta bilendi ufukta şekillendi değerleri.
Varidat’ta derinleşti fikirleri
Münzer’de ortaklaştı itirazın diyalektiği.
Önce öte dünyadan bu dünyaya taşıdı Cenneti
Sonra aynı basamaklardan çıkanlar örgütledi
devrimi ve sosyalizmi.
Şimdi çocukların isminde, dilinde ve değerlerinde görüyoruz Bedreddini.
Şarkıya da şiire de kavgaya da konu oluyor devrettikleri…
Şeyh Bedreddin, 605 yıl önce Serez çarşısında asıldığında, Osmanlı iktidarı yalnızca bir ayaklanmayı bastırmıyordu. Aynı zamanda eşitliğin, ortaklığın ve adaletin mümkün olduğuna dair erken, cüretkar ve bulaşıcı bir fikri ortadan kaldırdığını sanıyordu. Oysa Serez çarşısında sehpada şiirleşen Bedreddin’in o resmi bir son değil bir başlangıçtı.
Bedreddin’in ölümü, ertelenmiş bir imkânın adıdır. Bu nedenle Bedreddin, yalnızca 15. yüzyıl Osmanlı tarihinin “heterodoks bir şeyhi” değildir; o, tarihsel olarak zamanından önce sahneye çıkmış; bu yüzden yenilmiş ama aynı nedenle unutulmamış bir figürdür; devrimci bir öznedir. Bugün, 605 yıl sonra hâlâ onun adını anıyor oluşumuz, Bedreddin’in “ölen” değil “yaşayan” bir özne olduğunun göstergesidir.
Şeyh Bedreddin hareketini anlamanın ilk koşulu, onu yalnızca dinsel bir itiraz ya da mistik bir ayaklanma olarak okuma kolaycılığına düşmemektir. Kapitalizm öncesi toplumlarda din, yalnızca bir inanç alanı değil; siyasetin, hukukun ve sınıf mücadelesinin başat dilidir. Henüz seküler bir kamusal alanın, sınıfsal çıkarların açıkça ifade edilebildiği bir politik sözlüğün oluşmadığı tarihsel koşullarda, eşitlik talebi zorunlu olarak dinsel imgelerle dile gelir.
Bu nedenle eşitlik, mülkiyet karşıtlığı ve ortaklaşmacı özlemler seküler kavramlarla değil; kıyamet, Mehdî, hakikat ve adalet gibi dinsel kategoriler aracılığıyla ifade edilir. Bu durum, geri kalmışlık değil; tarihsel bir zorunluluğun ifadesidir. Dinsel dil burada düzenin ideolojisi olmaktan çıkar, düzenle çatışmanın dili hâline gelir.
Ancak bu dil, kendi sınırlarını da beraberinde taşır. Dinsel biçim, eşitlik fikrini evrenselleştirirken, onu aynı anda kaderci ya da kurtarıcı bir çerçeveye hapsetme riskini de içerir. Bedreddin hareketi, tam da bu çelişkili zeminde ilerler; eşitliği yeryüzüne çağırırken, onu bütünüyle dünyevi bir siyasal programa dönüştüremez.
Bu açıdan bakıldığında Bedreddin’in Vâridât’ta ortaya koyduğu düşünceler, yalnızca bir tasavvuf öğretisi değildir. Cennet ve cehennemi öte dünyadan alıp yeryüzüne indirmesi, mülkiyet fikrini sorgulaması, varlığı maddi temeller üzerinden açıklaması; onu çağının çok ilerisinde, açık biçimde maddeci bir hatta yerleştirir. Ancak bu maddecilik, henüz kendine ait seküler bir siyasal dil yaratabilecek tarihsel zemine sahip değildir.
Bu nedenle Bedreddin’in derdi “şeriatı ihya etmek” değildir; fakat onun yerine geçecek, sınıfsal ilişkileri açıkça tanımlayan bir politik program da yoktur. Bedreddin hareketi, biçim olarak dinsel; içerik olarak sınıfsal; ama tarihsel sınırları nedeniyle yarım kalmış bir başkaldırıdır.
Bu hattın daha gerisinde ise, henüz feodal bir dünyanın bile tam olarak kurulmadığı erken İslam toplumunda Ebu Zer el-Gıfârî durur. Ebu Zer, yoksulluğu kutsayan değil; zenginliği suçlayan nadir figürlerden biridir. Servetin birikimini açıkça eleştirmiş, mülkiyetin Tanrısal değil tarihsel olduğunu sezgisel biçimde kavramıştır. Onun dili de kaçınılmaz olarak dinseldir; fakat hedefi ahlaki bir arınma değil, toplumsal bir eşitliktir. Bu nedenle Ebu Zer, Bedreddin ve........© sendika.org





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein