menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Stratejiden biraz önce: Dayanabilirsek kendimizi eleştirelim

14 14
21.11.2025

“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.

Dayanabilirsek kendi kendimizi eleştirelim/ Hikmet Kıvılcımlı

Sendika.Org’un devrimci hareketin gündemine “strateji” tartışmasını yerleştirmek isteyen çağrısını, “bakalım garp cephesinde değişen bir şey var mı” diye en başından itibaren dikkatli bir şekilde takip ediyoruz.

“Biz” diyorum çünkü, Türkiye Devrimci Hareketi’nin içerisinde, dışarısında, yanında, yöresinde “işlerin artık iyi gitmediğinin” farkında olan, “ne kadar zayıfladığımızı, daraldığımızı” bütün yakıcılığı ile hisseden ve “bu işi yaparsak sadece biz yaparız” mezhepçiliğini çoktan yitirmiş olan bir yekun mevcut. Mahir Çayan’ın veciz sözleriyle “samimi unsurlar”ın hemen hepsi, mevcut sol ortama itiraz edebilecek, örgütlerin içinden başlayarak birçok dengeyi sarsabilecek ve kendisini teslim olduğumuz ortalama solculuktan uzaklaştırabilecek bir çıkışın yolunu arıyor ya da bunu gerçekleştirecek birilerinin yolunu gözlüyor.

İşte böyle bir “ahval ve şerait” içerisinde devrimci hareketin gelecek stratejisini tartışmaya açmak, yalnızca aktüel olarak değil, başlangıç yerine işaret etmesi ve bir zihniyet dönüşümüne olanak tanıması vesilesiyle de oldukça önemliydi. Öyle ya, stratejiyi tartışmak bir yana, strateji ile ilgili temel devrimci külliyatı okumanın bile “siz hala bunları mı tartışıyorsunuz” ukalalıklarıyla karşılandığı günlerden geçiyoruz.

Elbette bu durum kabul edilebilir değil ancak sebepsiz de değil. Bu ilgisizlik, “devrimciliğin” “solcu muhalefetçilik” tarafından işgal edilmesinin bir sonucu. Çünkü stratejiyi tartışmak, “devrimin kendiliğinden olmayacağını”, bunun ancak iradi bir eylemle “yapılabileceğini” kabul etme durumudur. Kestirmeden söylemek gerekirse, devrim bir strateji meselesidir.

İşte bu devrimsizlikten ötürüdür ki stratejiden daha çok “gelecek dönem kampanyalarımız” üzerine konuşuyor, stratejiye değmeyecek biçimde ve bir anlamda alışkanlığa dönüşen kimi faaliyetlerimizi sürdürüyor, “hareket berekettir” diyerek gündelik bir dizi “yoğunluğun” içerisinde savruluyoruz.

Lakin halkımız doğru söylemiş: “Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmuyor.” Bugün devrimde gözü olmayanlar, onun stratejisi ile de ilgilenmiyor. İşte böylesi bir ortamda stratejiyi tartışmak doğru bir başlangıç noktasıydı.

Durumumuz, kaba bir benzetmeyle, ölüm döşeğindeki generali kurtarma çabasına benziyor. Tartışmaya katılan herkes eksiksiz olarak böyle davrandı ve “hasta”ya iyi gelebilecek reçetelerini arka arkaya sıraladı. Üstelik öyle reçeteler yazıldı ki, kimsenin esastan birbirine itiraz edemeyeceği doğrular kapladı etrafımızı ve herkes o kadar çok doğru söz söyledi ki, sonunda yine “doğrulara” doyduğumuz bir tartışma çıktı ortaya.

Başta birleşik mücadele olmak üzere, kitle dinamizmine, isyan olanaklarına, büyük günlere hazırlanmanın önemi üzerine öyle sözlerdi ki, on yıl önce yazılsaydı da doğru olurdu; on yıl sonra yazılsa yine kimse itiraz etmezdi. Kimse kızmasın ama öyle oldu. En genel, en risksiz doğrular, büyük bir ustalıkla dile getirildi.

Fakat tartışmaya katılan büyük çoğunluk, bu ölüm döşeğindeki generalin “neden hastalandığını” gerçek anlamda sormadı, bu hastalığın nereye kadar ilerlediğini tahlil etmedi; dahası, önerilen reçeteleri hasta bünyenin kaldırıp kaldıramayacağı da düşünülmedi. Hatta kimileri, yataktaki felçli generalin kendisi olduğunun bile farkında değildi…

Haklı olarak, tüm bu tartışmaların odak noktasında gelecekte neler yapmamız gerektiği duruyordu. Peki, şu anda, şimdi, yapamadıklarımız neden cevapsız kaldı? Niye bu halkın nazarında, bunca sefalet ve yoksulluğun içerisinde kimsesiz kaldık? Vurmaktan ve vurulmaktan bahseden kadrolarımız nereye gitti? Nasıl oldu da devrimci hayatlarımız, kültür merkezlerinin ve parti binalarının arasına sıkıştı? Uzatmayacağım; okuyucular bunlardan çok daha fazlasını biliyor fakat kimse bu sorulara doyurucu cevaplar vermedi.

Yani strateji tartışmasındaki en önemli eksiklik şuydu ki, katılımcıların ezici çoğunluğu kendi kişisel, örgütsel ve önderliksel mevcut pratiğini sorgulamadan tartışmaları yürütmek istedi. Hal böyle olunca strateji tartışması, havada asılı kalan ancak ayakları bir türlü yere oturtulamayan, usta ellerden çıkmış bir heykelin azametini andırıyordu.

Bu yüzdendir ki, yazının ilerleyen kısmında devrimci hareketin olası stratejilerine dair bir tartışma yürütmeyeceğim. Zira bu yüksek siyasetin yüksek tartışmalarına geçmeden önce söylenmesi gerekenler var. Nereden başlamalıyız, yolun neresindeyiz, örgütlerimiz ve kadrolarımız ne alemde gibi sorular, bu başlıklardan bazılarını oluşturuyor. Geçtiğimiz günlerde tartışmaya katılan kıdemli devrimci Mehmet Güneş’in eski bir yazısındaki ifadeleriyle bu bölümü tamamlamak istiyorum: “Bizim mahallede karşı devrim oldu, haberiniz var mı?”

Türkiye devrimci hareketindeki bütün özneler gelecek dönemi tartışırken, Lenin’den devraldığımız bir metodolojiyle ilk olarak “ne yapmalı” sorusunu soruyorlar. Herhâlde bugüne kadar bu başlıkla yazılan makaleleri toplayacak olsak sayısı rahatlıkla on binlere dayanır. Ancak biraz daha yakından bakıldığında görülüyor ki, bugün bu sorunun gerçek karşılığı hiç olmadığı kadar “ne yapılmamalı” sorusuna verdiğimiz cevaplarla iç içe geçmiş durumda. Yani “ne yapmalı”ya bir cevap ararken, önce yapılmaması gerekenlerden kopmak gerekiyor.

Açık ki, bizde kronikleşmiş bir alışkanlık var: Olayları ve olguları tartışıyoruz, ama bunların öznelerinin kim olduğunu konuşmuyoruz. Oysa bunu açıkça ve en yakınımızdan başlayarak söylemek gerekiyor. Devrimci hareketin geleceğine ilişkin sayfalar dolusu yazıda bahsedilen sorunların kaynağı neresidir? Bahsedilen devasa ağırlıktaki başarısızlıkların muhatabı kimdir ve bu sorunları kim yaratmıştır?

Hepimiz Bolşeviklerin, RSDİP’nin tarihini ezbere biliyoruz. Sahi, bu tarihte her siyasal eğilimin, yenilgilerin, örgüt anlayışlarının temsilini bulduğu bir özne-şahsiyet yok muydu? Lenin niye ideolojiyi, politikayı, teoriyi ya da her neyi tartışıyorsa onu somutlaştırmayı tercih etti? Niye Plehanov’un, Martov’un, Kautsky’nin adını ezbere biliyoruz? Ya da neden Marx’ın bir dizi kitabında bizzat hasımlarının isimleri yer alır?

Çünkü bu bir yöntemdir. Başarısızlıkların, yenilgilerin, yanlışlıkların muhatabı vardır. Ve bazı şeylerin faturası da muhataplarına kesilmek durumundadır.

Öyleyse biz de aynı yönteme başvurarak şunu söyleyebiliriz: Bugün devrimci hareketin içerisine sürüklendiği etkisizlik, küçülmüşlük, zayıflık ve dağınıklığın temel sebebi, yaptığımız örgütsel-siyasal yanlışlıklardır ve bu yanlışlıkların esas sorumlusu da herkesten daha fazla “karar alıcılar” olarak devrimci hareketin başında duran -hatta elli yıldır kesintisiz biçimde orada duran- önderler kuşağıdır.

Ancak yine strateji tartışması gösterdi ki, bu önderler kuşağının devrimci hareketin sorunlarını kendi pratiklerinden bağımsız biçimde tartışması oldukça ironik bir durumdur.

Öyle ya, devrimci hareketin bugünkü sorunları gökten inmedi; bir gece ansızın üzerimize çöken bir felaket değildi bunlar. Nesnelliğin olanca kötümserliğini bir kenara bırakırsak, bu tablonun, bu gerilemenin, bu tıkanmanın mimarları, harekete bütün emeğini koyan gencecik militanlar değil, bugünkü önderler kuşağıdır. Ne yazık ki buna uygun bir özeleştiriyi görmek tartışmalarda mümkün olmadı.

O zaman şunu daha tok bir sesle söylemekte sakınca yok: Bir tarihsel zorunluluk olarak yeni devrimci kuşaklar, mevcut önderler kuşağını aşmak zorundadır. Bu aşma eylemi elbette onların birikimini yok saymak, onları bir kenara atmak anlamına gelmeyebilir. Böyle olmadığı gibi, bu kuşağın binbir zorluk ve acıya rağmen taşıdığı mirasın üzerinde devrimci hareketin kendisini var ettiği buz gibi bir gerçek. Bu tarihi baş tacı ederek omuzlamak gerekir. Ancak bir tarihsel dönem kapandı. Ve muhtemeldir ki yeni bir devrimci hareket, tıpkı geçmişte olduğu gibi eski olanın kirişlerini parçalayarak inşa edilmek durumunda olabilir.

Bu bir kader meselesi değil; bir yanıyla devrimci dinamiğin doğal bir sonucudur. Uzun bir yenilgi ve hareketsizlik dönemi içerisinde şekillenen kuşakların zaman içerisinde devrimci sorunlara devrimci çözümler üretme kabiliyetini yitirmesi kaçınılmaz bir durumdur.

Fakat burada başka bir mesele daha var. Bu tablo yalnızca önderler kuşağının sorumluluğuyla açıklanamaz; aynı zamanda, onlara “artık çekilin” diyebilecek bir devrimci gençlik iradesinin eksikliğini de gösterir.

Türkiye’de gençlik hareketinin en görkemli yükseliş yıllarında dahi böylesi bir atılganlığın gerçekleştiğine tanık olmadık. Elbette ki, bu yaratılan kadro şekillenmesinin bir sonucuydu; ancak devrimci gençlik hareketi, geçmişi aşmaya cüret edebilecek iradeye sahip olduğunu hissetse dahi kendisini buna denk düşecek teorik, siyasal ve örgütsel yetkinlikte hissetmedi.

Belki kavgacı ama nitelik olarak zayıflamış,........

© sendika.org