Öcalan Perspektifi üzerine Marksist eleştiriler (I) 

Marksist tarih bilimi çıkışını, insanların toplumsal-maddi yaşamlarını üretir ve yeniden üretirken birbiriyle girdikleri ilişkilerin bilimsel-eleştirel analizinden alır. Marksist tarih anlayışına, bilimsel niteliğini, yani toplumsal sistemlerin tarihsel hareket yasalarını (toplumsal sistemlerin içindeki uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişim süreç ve doğrultusunu) açıklama kudretini veren budur: Üretici güçlerin, üretim ilişkilerinin, güç ilişkilerinin öncelikli belirleyiciliği; asıl olarak da üretici güçler ile üretim ilişkileri karşıtlığının, altyapı üstyapı karşıtlığının ve sınıf mücadelelerinin açıklayıcı önemi.

Marx üretim süreç ve ilişkilerinin belirleyiciliğini hiçbir zaman üretim araçları ve tekniklerine indirgemez, ne de “ekonomi”ye indirger. Üretici güçleri ve üretim ilişkilerini insanın toplumsal faaliyetinin (sınıflı toplumlarda) birbiriyle çelişen iki farklı yönü olarak tanımlar. Üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin insan üzerindeki belirleyiciliğini de, hiçbir zaman birtakım kendinden menkul üretim araçlarının insan ve insan bilinci üzerindeki belirleyiciliği olarak değil, ama insanın toplumsal üretken faaliyeti yoluyla gerçekleşen bir belirlenim olarak ele alır.

Marx ve Engels, hemen tüm temel yapıtlarında “yaşamı belirleyen bilinç değil bilinci belirleyen yaşamdır (maddi yaşamın üretim ve yeniden üretim ilişkileridir)” diye yazmakla kalmazlar, maddi yaşamlarının üretim koşullarını ve ilişkilerini de değiştiren insanlardır, diye kuvvetle vurgularlar.

İnsanın kendisini belirleyen koşullar üzerindeki karşıt belirleyiciliği ve değiştiriciliği ise, yine üretken eylemiyle (emek), sınıf mücadelesi başta olmak üzere toplumsal-siyasal mücadelelerle, en üst düzeyde ise devrimlerle gerçekleşir.

Marx’ın tarih bilimsel-eleştirel kuramına karşı çarpıtma, demagoji, saldırı ve inkarlar tam da bu belirlenimsellik (determinizm) meselesi üzerinden yoğunlaşır. Marx’a dönük çarpıtma ve saldırıların ikinci sıradaki hedefinde Marx’ın bilimsel-eleştirel değer kuramı yer alır. Ancak değer yasası kapitalizmin tüm hareket yasalarının temelini oluşturan ve üzerine inşa edildiği yasası olduğundan, buna dönük çarpıtma ve inkarlar da aslında tarihsel maddi belirlenimi yok saymanın bir biçimidir.

Marx ve Engels tarih bilimlerinde insanın (doğrudan üreticilerin) üretken ve yaratıcı eylemine (toplumsal emek, üretim araçlarının ve yeni ihtiyaçların üretimi, yeniden üretim), mücadelesine ve devrimlerine en büyük önemi vermiş olmalarına karşın, onlara karşı ikide bir yöneltilen “determinizm” suçlamalarını nereye koymak gerekir?

Dikkat edilsin: “Kaba materyalizm/ekonomik-teknolojik determinizm” eleştirisi bile değil, bir bütün olarak “determinizm” suçlaması! Eskiden, eleştiriler en azından Marksizmin bir diğer vahim çarpıtılması olan mekanik determinist evrimci reformizme karşı yöneltilirdi. Neoliberal denilen kapitalizm ve post-yapısalcı ideo-kültürünün hakimiyetinden itibaren ise, en başta Marksist tarih bilimi (tarihsel-diyalektik maddecilik) olmak üzere, herhangi bir determinizmin “d”sini ima etmek bile, suç gibi gösterilmeye çalışıldı. Her türlü “determinizm otoritarizm, totalitarizm”di, “özgürlük görecilik ve belirsizlikte”ydi! Sovyetler Birliğinin çözülüşü eşliğinde, post-yapısalcılığın akademiye, küçük burjuva aydınların geniş bir kesimine, hatta eski Marksistlerin bir kısmına hakim hale gelmesiyle, determizm ile birlikte bilim de, tarih ve toplum gibi alanlardan bir bütün olarak kovulur hale geldi. Eh ne de olsa, toplum bilimleri demek toplumun maddi hareket yasalarının açıklanmaya çalışılması, yani toplumun yasalılığı, yani determinizm, o da otoritarizm totalitarizm demekti!!

Toplum bilimlerine saldırı tabii ki öncelikle ve aslen Marksizme saldırıydı. Burjuvazi bir dönem Marksizmin basıncıyla katlanmak zorunda kaldığı, tarih, sosyoloji, antropoloji gibi alanlara geçirmek zorunda kaldığı bilimsilik kılığına bile tahammül edemez hale gelmişti. Burjuvazi açısından artık tek bilim, doğayı olduğu gibi tarihi ve toplumu da, çok daha dolaysız ve bütünden, piyasaya ve kâra tahvil etme “bilimi”ydi. Toplum bilim alanlarına post-yapısalcılığın hakim kılınması, çok daha aleni biçimde bilim-dışılığın, hatta her türlü belirlenimselliğe karşıtlık ile anti-bilimselliğin hakim kılınması anlamına geliyordu.

Post-yapılsalcılık, tarihsiz bütünlüksüz nesnesiz öznesiz kuramsız bilimsiz açıklamasız temelsiz tutarsız eklektik senkretik spekülatif bir yapboz epistemolojisidir. Başlıca karakteristikleri; bilgiye, bilime ve gerçekliğe karşı derin kuşkuculuk ve inkârcılık (tabii ki başta Marx ve Marksizme, daha doğrusu Marksizmin post-yapısalcılığın bizzat kendisi tarafından karikatürleştirilen gölgelerine karşı), sübjektivizm (post-yapısalcılık yalnızca nesnelliği değil özneselliği de ortadan kaldırır, yerlerine keyfi bir öznelciliği geçirir), ve göreciliktir. Post-yapısalcılığın tanımlayıcı özelliği, göreciliktir. Hiçbir bilimsel, kuramsal, tarihsel, toplumsal-maddi, üretimsel, sınıfsal vd referans çerçevesinin olmamasıdır. Muğlaklık, kayganlık, tanımsızlık, belirlenimsizliktir. Bu yüzden post-yapısalcılık, göreci epistemoloji veya belirsizlik epistemolojisi olarak en iyi biçimde özetlenebilir.

Post-yapısalcılığın bazı yazarları diyalektiği ağızlarından düşürmese de, diyalektikten anladıkları “kafalarının geçmediği yerden kuyruklarını sokmaya çalışmak”tır. Post-yapısalcılık kendini özdeşlikçi belirlenim (kaba materyalizm, idealizm ve pozitivizm) karşıtlığıyla realize etmeye çalışsa da, bunun yerine geçirdiği diyalektik belirlenim (her tarihsel-toplumsal sistemin kendi iç çelişkilerince belirlenmesi ve değişimi) değil, özdeşmezlik/tekabüliyetsizlik (görecilik), dolayısıyla belirlenimsizliktir. Oysa diyalektik, özdeşlik ile özdeşmezlik’in (göreciliğin) birliğidir. Belli bir sürecin etmenleri birbiriyle tamamen özdeş olsaydı ya da birbirinden tamamen bağımsız olsaydı diyalektik bir çelişki de (uzlaşmaz bir çelişki) çatışma da, kriz ve değişim de olmazdı. Post-yapısalcılığın diyalektik olmayan, keyfi olarak eğip büktüğü, ortasını doldurduğu, çelişki anlayışı da uzlaşmaz çelişkileri içermez. Dolayısıyla devrimleri ve hatta az çok radikal değişimleri bile içermez.

Post-modernizm ve post-yapısalcılık, hakikate ilişkin bilgi ve tasavvurların kuşkulu, değişken, göreli ve kurgusal olduğunu söylemekten başlar, gerçeklik ile kurgu arasındaki ayrımı kaldırıp iç içe geçirerek, gerçekliğin kendisini bulandırmaya ve değersizleştirmeye varır. Post-yapısalcılık hakikat üzerine eski bilgileri aşan yeni ve daha gelişkin bilgi ve açıklamalar üretemez. Zaten post-yapısalcı anlatılarda bilgi üretimi değil, hikaye, kurgu, yorum, uyarlama türetimi vardır. Onun tüm yaptığı, tarihsel, toplumsal-maddi ve doğal hakikatlar üzerine ne kadar az çok tutarlı, bütünlüklü, derinlikli, bilimsel bilgi, analiz, açıklama ve kuram varsa, tabii ki başta Marksizm olmak üzere, bunları sistematik olarak aşındırmak ve değersizleştirmektir. Hakikatin bilgisinin sorgulanmasına dair müthiş bir teknikmiş gibi lanse edilen yapı-sökümcülük, ele alınan kuram veya bilimsel disiplinlerin çarpıtılmış karikatürlerini yaratıp bunları dövüp durarak, her türlü tutarlı, bütünlüklü, derinlikli hakikat açıklamasına karşı kuşku, güvensizlik ve inkâr yaratmaktır. Bunun vardığı nokta ve asıl amacı ise, tarihsel ve toplumsal-maddi hakikatın kendisine dair bir kuşku ve güvensizlik yaratmak, hakikatin kendisini değersizleştirmektir. Böylece çember kapanır: Değersizleştirilen, önemsizleştirilen hakikatin hareket yasalarının bilgisi, kuramı ve bilimi, ve dahası, hakikatin kendisi yerine atraksiyoner, spekülatif, manipülatif “anlatılar” geçirilir.

Post-yapısalcılığın, bilimsel-eleştirel analiz ve açıklama yerine geçirdiği pop ve post-bilim (ki bilim-dışı ve anti-bilim olarak okunabilir) anlatılarında da kuşkusuz bir miktar “hakikat” parçacıkları bulunur. Ancak çoğunlukla kendi tarihsel-toplumsal maddi bağlamlarından kopartılan bu seçmece hakikat parçacıklarının, hakikati bulandırarak, okuru neyin gerçek neyin kurgu olduğunu anlayamaz hale getirerek, hakikat-dışı ve anti-hakikatçi kurgu anlatıları inandırıcı kılma dışında bir işlevi yoktur.

Post-yapısalcı tarih, antropoloji, sosyoloji vd anlatıların asıl karakteristikleri ise şunlardır: 1- İyi bir hikaye uydurucusu olmak; yazarın tarih anlatımının (seçmece hakikat parçacıklarından çıkışını alan, ama hakikatla alakası olmayan) parça parça çok sayıda fraktal, atraksiyoner, yer yer sansasyonal, hatta araya kendi fantezilerini katıştıran iyi bir hikaye uydurucusu/senaryo spekülatörü olması gerekir.

2- Bu post-yapısalcı hafif bilim soslu anti-bilimsel anlatıların yüksek dozda popülizm içermesi, her dönemin trendlerine uyarlanıp nabza göre şerbet vermesi gerekir. Örneğin bir tarih anlatısının uygun dozda radikal feminizm, küçülmeci ekolojizm, din ve geleneklere bolca taviz vb içermesi gerekir. Post-yapısalcı anlatılarda hiçbir tutarlılık gözetilmez; feminizm ile din övgüsü, ekolojizm ile piyasa güzellemesi aynı metinde hiçbir rahatsızlık duyulmadan yan yana boy gösterebilir. Önemli olan herkesin bu anlatılarda kendi eğilim ve arayışına göre psiko-terapik, ruhunu okşayıcı bir şeyler bulabilmesidir. Hem yazarın ele aldığı konuyla, hem de okurun metinle eleştirel mesafesinin ortadan kaldırılması, kurgu anlatıların çiğnenmeden yutulmasına dönüktür.

3- Post-yapısalcı anlatı, tarihi, toplumu analiz etmek ve açıklamak yerine, parça bölük kurgu imajlara indirgeyerek metalaştırır. (Harari’nin ilk komünal toplumlara “ekolojik seri katil” yaftası yapıştırması, Öcalan’ın da Harari’den alıp el artırarak “kastik katil” türetisi gibi.) Son derece karmaşık tarihsel-toplumsal süreçlerin bu aşırı basitleştirilmiş imajları, tarihin de Hollywood senaryoları benzeri metalaştırılmasında kullanılır.

4- Post-yapısalcı tarih ve toplum anlatılarının asıl altın vuruşu ise şudur: Günümüz insanlığının kapitalizm koşullarında içinde bulunduğu derin krizi, kaygı ve korkuları, merak ve sorgulamaları, çırpınış ve arayışları; kapitalizmle kökten savaşarak ondan ileriye doğru değil, ondan geriye ve onunla uzlaşmaya doğru istismar ve manipüle etmek. Günümüz tarihsel eşiğinde, çoğu insanın ve genç kuşakların ilgi, kaygı, merak konuları (felsefenin ilk ve en temel sorularının yeniden canlanması dahil), insan nedir, biz kimiz, neyiz, nereden geldik nereye gidiyoruz, bütün bu yaşadıklarımız, olup bitenler neden ve nasıl oluyor, ne anlama geliyor, bir şeyler değişecek mi, daha mı kötüye gidecek, vb vb… Burada genellikle iki yöntem izlenir:

Birincisi, post-yapısalcı metinlerde birbiriyle tutarlılığı ve içsel bağlantısı gözetilmeden, en fazla teğellendirilmekle yetinilen parça parça çok sayıda hikaye anlatımına, mizansene, kurguya yer verilirken, bunların önemli bir bölümü bir sonuca bağlanmaz, bolca belirsizlik ve bulanıklık bırakılır. Post-yapısalcılar belirsizlik ve bulanıklığa bayılırlar, çünkü bunlar hem ele alırmış gibi göründükleri “hakikate” ve dolayısıyla buna dair anlatılarına gizemli ve tılsımlı bir hava verir. Hem de bu belirsizlikçilik üzerinden “serbest piyasa ve serbest birey iradesi” realize edilmiş, onaylanmış görünür. Oysa belirsizlik ve bulanıkların bolluğu okuru aktifleştirmek bir yana, büsbütün paralize eder, hakikatın kavranamaz gizemleri olduğu, bu gizemlere ancak yazar gibi “üstün insanlar”ın vakıf olabileceği inancına doğru geriletir.

İkincisi, onca belirsizlik, bulanıklık, tutarsızlık, somut bağlamından kopartılmış hikayeler arasında, tarihin ve toplumun karmaşık süreçlerinin sorularına ilkokul düzeyinde verilen aşırı basit, bu yüzden yanlış ve yanıltıcı, genellikle de manipülatif yanıtlardır. Önce belirsizlik, tutarsızlık, anlaşılmazlık, gizem havası içinde komplekse sokulan okur, bu aşırı basit, ve ne kadar basitse o kadar yüzeysel ve yanıltıcı yanıtlara dört elle sarılmaya itilir. Harari, ABD dolarının üzerinde “Tanrıya inanıyoruz” yazmasından hareketle, paranın insanlar arası ilişkide tek güven aracı olarak gerekli olduğunu ileri sürer. Öcalan ise kadın erkek eşitsizliği ve kadınların erkekler tarafından köleleştirilmesinin “avcı erkekler klübü”nün obsidyen bıçaklarla anaerkil topluma ve kadınlara karşı yaptığı darbenin sonucu olduğunu, o günden bugüne bu “kastik katillerin” kölelik, yamyamlık, savaş, katliam, devlet vb her türlü kötülüğün başlıca sorumlusu olduğunu ileri sürer. Paranın veya erkek egemenliğinin ve kadın üzerindeki zulmünün neden ve nasıl ortaya çıktığını, kabilenin, aşiretin, en sonu sınıflı devletli toplumun nasıl ortaya çıktığını, neye göre nasıl tanımlanması gerektiğini açıklamak için insanların üretim araçlarını, ihtiyaçlarını ve birbirlerini üretir ve yeniden üretirken birbiriyle girdikleri ilişki biçimleri ve bunlardaki değişim dinamiklerinin yasalarını uzun uzun inceleyip araştırmaya, analiz edip açıklamaya ne gerek var? Post-yapısalcı anlatılarda her şey bu kadar basit işte. Ne kadar basitse o kadar yavan ve cahilce. Yazarların kendileri bu yavanlıklarına gerçekten inanıyor mu bilemeyiz, ama okurlarını aptal yerine koydukları kesin.

Post-modernizm, post-yapısalcılık ve post-Marksizmin akademide, küçük burjuva aydınlar ve Marksizm dönekleri ve tasfiyeci akımlar........

© sendika.org