Şalom’da önceki yazılarımda defalarca, Türkiye’nin jeopolitik kimliğinin çok çeşitlilik gösterdiğini ve buna istinaden ülkemizin çok taraflı dış politika uygulaması gerektiğinden bahsetmiştim. Türkiye’nin özellikle, kendisini çevreleyen coğrafyalardaki ülkelere karşı elbette çok taraflı dış politika gütmesinin her daim kendisine fayda sağlayacağından da söz etmiştim.
Türkiye, son dönem Osmanlısı, özellikle II. Abdülhamit döneminden itibaren ve Atatürk ile İsmet İnönü dönemleri dahil bölgesinde denge politikası izleyip döneminin hegemonik güçlerini karşı karşıya getirip söz konusu güçler arasında denge kurduğu müddetçe Türk dış politikasının etki alanını genişletmektedir. Son Hamas-İsrail çatışmasında da bunu gördük.
Ankara, tıpkı Rusya’nın Ukrayna işgali sırasındaki gibi ‘bekle gör politikası’nı, Hamas-İsrail çatışmasında da birkaç gün sergiledi; ancak hastane bombalaması olayından sonra Türkiye yüzünü, tümüyle Hamas tarafına döndü ve sonrasında yaşananları uzun uzun anlatmama gerek yok sanırım…
Son dört yılda Türkiye’nin çevresinde gelişen olaylar, Türk dış politikasını çok hassas bir evreden geçirmektedir. Hamas-İsrail çatışmasından sonra Türkiye, Dışişleri Bakanımız Sayın Hakan Fidan’ın da ortaya attığı ‘garantör ülke’ olma isteğiyle taraflar arasında denge gütme siyasetinde son derece istekli olduğunu da göstermekteydi; ancak İsrail’deki Netanyahu hükümetinin şu günlerde Refah’a düzenlediği operasyonla Türk-İsrail ilişkileri pamuk ipliğinde sürdürülmeye çalışıldığını da ifade etmeliyim.
Peki, bu hassas dengede Türkiye’nin taraflar arasında nasıl bir politika izlemesi gerekiyor? Öncelikle Ortadoğu’nun Arap olmayan üç ülkesi; Türkiye, İsrail ve İran arasında Soğuk Savaş’taki konjonktür ve dengenin şu an için olmadığını ifade etmeliyiz. Bu gerçek de Türk dış politikasının tercihlerini biraz daha zorlamaktadır.
7 Ekim saldırısından önce Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, kendi siyasi tabanındaki tepkileri de karşısına alma........