Nur Âyetine Kısa Bir Bakış |
Bütün varlık âlemi Allah’ın yaratmasıyla vücuda gelmiştir. Âlemi yaratan O olduğu gibi, "O her zaman bir şe'ndedir."[1] ayetinin de ifade ettiği şekilde, her an u zaman bir tasarruftadır. İlahi tasarrufları beyan eden ve Nur suresine ismini verdiren şu ayet, Kur'an’da en dikkat çekici temsillerdendir:
"Allah, göklerin ve yerin nurudur. Nurunun meseli şuna benzer: Sanki bir mişkat (lamba konan yer); içinde bir lamba. Lamba bir cam içinde. O cam, sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan tutuşturulur. Bir zeytinden ki, ne şarkîdir, ne de garbî. Onun yağı, neredeyse ateş dokunmadan ışık verir. Nur üstüne nur. Allah nuruna dilediğini hidayet buyurur. Ve insanlar için meseller getirir. Allah her şeyi bilendir."[2]
Nur, Allah'ın isimlerinden olup, "her türlü zuhur kendisiyle meydana gelen" anlamındadır. Nur için, "bizatihi zahir, ligayrihi muzhirdir." yani "kendi zatında zahir olup, başkasını da gösteren" anlamı verilmiştir. Nur kelimesi, zulmetin zıddı bir manayı ifade eder.[3]
"Cenab-ı Hakk'a "Nur" denilmesi hakiki midir, yoksa mecazi midir?" meselesi ihtilaflı bir meseledir. Gazali'ye göre gerçek nur Allah'tır. Bu kelimenin başkaları hakkında kullanımı mecazdır. Allah lizatihi ve bizatihi nurdur. Bütün nurlar O'ndan gelir. Bu nurlar, Allah tarafından onlara emanet ve ödünç olarak verilmiştir.[4] En'am suresinin ilk ayetindeki "Allah zulümatı (karanlıkları) ve nuru yaptı" ayetinden hareketle bazıları Allah'a "Nur" denilmesini müteşabih bir mana olarak değerlendirirler.[5] Çünkü burada Cenab-ı Hak'tan doğrudan "nur" olarak değil, "nuru yapan" şeklinde bahsedilmektedir. Kanaatimizce, isimde müşareket mahiyette aynı olmayı gerektirmediğinden Cenab-ı Hak için Nur ismini hakikat olarak kabulde bir beis olmasa gerektir.
"Nur" kelimesi, ziyaya ve ziyanın parıltı, kırılması ve yansımasına ıtlak edildiği gibi, gerek hissî ve gerek aklî her çeşit karanlıkların zıddı olarak vicdan ve basirette inkişaf eden afaki ve enfüsi (nesnel ve öznel) tecellilerin umumuna da ıtlak olunur.[6]
Bursevi, dört çeşit nurdan bahseder:
1. Eşyayı göze gösterip kendisi görmeyen. Mesela güneş.
2. Eşyayı hem gören, hem gösteren. Mesela göz nuru.
3. Akıl nuru. Bu nur, cehalet karanlığında gizli kalan makulatı (akla hitap eden şeyleri) basirete gösterir, görür, idrak eder.
4. İlahi nur (nur-u Hak.) Bu nur, yokluktan varlığa çıkarır. Cenab-ı Hak eşyayı hem yoklukta, hem varlıkta görür. Çünkü eşya her ne kadar önce yok ise de, Allahın ilminde mevcuttur.[7]
Gecenin karanlığında göze görülmeyen eşya, üzerlerine güneşin doğmasıyla göze görülür. Onun gibi, yokluk karanlığındaki varlıklar dahi İlahi nur ile gözle görülen haricî vücut kazanırlar. "Allah, gözlerin ve yerin nurudur" ifadesi, ilk olarak bu manayı hatıra getirmektedir. Çünkü nur, -biraz önce de işaret edildiği gibi- "bizatihi zahir, ligayrihi muzhirdir."
Görülmemenin aslı yokluk olduğu gibi, zuhurun aslı da vücud, yani var olmaktır. Allahu Teala, bizatihi Mevcud, maadası için Mucid'dir.[8]
Hamdi Yazır şöyle der:
"Dikkat edilirse her cismin vücudu, böyle ardı kapalı, önü bir bu'd-ı mahsus içinde açığa çıkan bir pencere, bir hücre halinde temayüz eder."[9]
Yine O'nun ifadesiyle, "bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri, gönülleri şenlendiren O'dur. O olmasa idi hiçbir şey bulunmaz, hiçbir hakikat sezilmez, hiçbir neş'e duyulmazdı."[10]
"Allah göklerin ve yerin nurudur" ayetinin üstte bildirilen "onları yokluktan varlığa çıkaran, gözlere gösterendir" manasının yanında, daha şu gibi manalarına dikkat çekilmiştir.
-Allah göklerin ve yerin münevviri, yani nurlandırıcısıdır. Semayı meleklerle, arzı nebilerle tenvir etmiştir.
-Allah, göklerin ve yerin müdebbiri, yani mutasarrıfıdır.
-Allah, sema ve arzda olanları idrak edendir. Çünkü hem kendini idrak eder, hem de külliyat-cüziyat, mevcudat-madumat şeklinde diğer şeyleri idrak eder. Onların içinde terkip ve tahlil yoluyla tasarrufta bulunur.
-Allah, göklerde ve yerde olanlara hidayet eder, yol gösterir. Göklerde ve yerdekiler, Onun nuruyla yol bulurlar, iş yaparlar.[11]
Allahu Tealanın göklerin ve yerin nuru olduğu ifade edildikten sonra, bir mesel getirilmiştir. Bu meselde geçen "mişkat, misbah, zücace, mübarek zeytin ağacı ve bunun yağının safiliği", hepsi de nurun ziyade parlaklığını ifade etmekte kullanılmıştır.[12] Çünkü mişkat, kapalı pencere misali, etrafı camekânla çevrili dar bir alanı ifade eder. Böyle dar bir alanda lambanın ışığı daha etkilidir, dağılmaz. Geniş alanda ise ışık, dağılır, kaybolur. Lambanın cam içinde oluşu, gücüne güç katar. Normal benzinle uçak benzini arasındaki kalite farkı misali, bu lamba özel bir yağla yanmaktadır. Bu yağ "ne şarkî ne de garbîdir." Hamdi Yazırın ifadesiyle cihet şaibelerinden âri, yani bildiğimiz dünya zeytinlerinden değil, la mekanî bir zeytindir."[13]
Ancak, bildiğimiz zeytinle açıklayanlar da olmuştur. Eskiden lambalar, zeytinden elde edilen yağla yakılırmış. Zeytin ağacı, bir tepenin eteğinde olsa, ya sabah güneşi alır (şarkî) veya akşam güneşi alır (garbî.) Fakat sahradaki zeytin gün boyu güneş alır. Böyleleri ne şarkî ne de garbî olup, yağı daha safi, daha kalitelidir.