İçimizde tarifi zor ağrılarla yaşarız çoğu zaman ve değil başkaları kendimizden bile saklamaya çalışırız. Örteriz yaralarımızın üstünü yani. Anlatmamak ya da anlatamamak arasında boğuşarak içimizdeki kırıkları kanatmayı da göze alırız. Bazen duygularımızı zorlayıp anlatmaya ikna ettiğimizde de karşımızdakinin bizim gibi ağrılarının olmadığını fark ettiğimizden hemen oracıkta vaz geçeriz gırtlağımızdaki harflerin beyhude çıkmasına. O mazbut ağrıları kabul edip onlarla yaşamaya çalışırız. Bu ağrılar öyle ağırlaşır ki böğrümüzde, onları taşımaktan iflahımız kesilir yine de anlatmak gelmez içimizden, direniriz buna. Ta ki hiç ummadığımız o kişi bir yerde karşımıza çıkana dek. Nasıl olduğunu bilemesek de iyi hissederiz yanında. Açarız kalbimizi, belki de ağlarız diz dize. İşte, “HardLove”, içimizdeki kırıklara dokunan böylesine bir oyun. Hızlı bir giriş oldu sanki. “HardLove”, neyin nesidir peki? Başta buna açıklık getirelim ki sözlerimizin de bir karşılığı olsun. “Artalan Kolektif”te Anıl Can Beydilli’nin yazıp yönettiği ve nihayet geçenlerde Barış Manço Kültür Merkezi’nde seyretme fırsatı bulduğumuz, adıyla müsemma, iddialı hard bir oyun. Bu tek perdelik oyunun özetinde de belirtildiği üzere barda tanışan iki kişi sevişmek için eve gelir. Görünen o ki, eve geliş sebepleri de bellidir; sevişmek. Sahneye girer girmez bu yöndeki arzularını birbirlerine örtük bir şekilde ifade ederken ilerleyen dakikalarda kabuğunu kırmak için de üzerine üzerine giderler. Aslında her şeyi ifşa ederek dışa vururlar duygularını, desek daha uygun bir söylem olur. Akış devam ederken de adrenalin hormonu devreye girerek düşüncelerden ziyade bedenlerin çarpıştığı anlara odağımızı çevirmemiz gerektiğini hatırlatır bize. Her şeyin çıplak olarak anlatıldığını düşündüğümüz anda ise gerçeği yüzümüze vurur ve pek âlâ yanıldığımızı söyler iki karakter de: anlaşmadan sevişmeyelim. (Sıla’nın ‘sevişmeden uyumayalım’, şarkısı sanki bu oyun için yazılmış, tüm dizeler o kadar yerine oturuyor ki, hayret)
Öyle ki; karakterlerin gerçek adı ne, ikisi ne iş yapar, nerede, nasıl yaşar gibi bilgileri yazar bizimle paylaşmaz bile. Önemli de değildir zaten, özellikle oyun kişileri için. Paylaşmak istedikleri başka şeyler çünkü, bizi ilgilendirmeyen türden. Herhangi iki kişi, herhangi bir odada sevişmek istemektedir, o kadar. Mı? Bu yüzden isimler, birer göstergeden başka bir şey değildir. Ahmet ile Ayşe’dir onlar, ama başkaları da olabilir bunlar. Varsayalım ismimiz budur dercesine bilinmezliğe sürüklerler bedenlerini, düşüncelerini. Buna inanıp inanmak da bizim sorunumuz olarak kalır cebimizde. Bu isimlerin çağrıştırdığı ironinin bizi götürdüğü yer de belli hem. Eylemlerin ve sözlerin anlam kazandığı odanın içinde yaşananlardan başka isimlerinin hiçbir önemi olmaz nasılsa. Bir oda, iki beden ve yüzlerce kelime ve hareket. “Hiçbir şekilde öylesine yaptım, öylesine çıktı ağzımdan” dememek için dikkat etseler de o hataya düşerken bulurlar kendilerini.
“ben senin ne istediğini bir anlasam.”
“daha güçlü şeyler istiyorum”
“cinsel obje olarak gördüğümü düşünüyorsun”
“ya senin adın neydi”
“ hiç fark etmez bu saatten sonra”
Zira söylendiğinde ya da yapıldığında aralarındaki iletişimin nasıl evirildiğini anlamak adına yukarıda alıntıladığımız sözler ne demek istediğimizi açıklar niteliktedir. Diyaloglar biraz da bu ritimle ilerler aslında: Tik tak. Tak tik. Sonra hareket. Yanlış anlaşılmalara sebep olabilecek bir ritim. Ritim demişken Aristoteles, ritmin insan davranışlarını ve ruh hallerini etkilemekle beraber değiştirdiğini de belirtir. Bu ritimlerin bazıları, insanları sakinleştirdiğini bazılarınınsa dengelerini bozduğunu da söyler. Bu oyun için o kadar geçerli bir niteleme ki bu. Karşılıklı olarak yaralarını deşerken (bazı durumlarda mahsus) ne denli acı duyduklarını davranış ve sözlerindeki o ritimle görürüz. Bu arada, söz konusu hesaplaşmaların asıl nedeni tam anlamıyla açıklanmadığı ve dahası üzerinde durmadıklarından mı bilinmez yeterince anlaşılabildiğini söylemek güç. Böyle düşünmemizin haklı sebebini de çatışmanın yeteri kadar “hard” olmadığına bağlayabiliriz belki.
Karakterlerin söz ve jestlerindeki komik ögeler işlevselliğini yerine getirerek seyircide karşılık bulurken, ne yazık ki hayatlarına dair ruhsal pürüzlerin anı kurtarmaktan öteye gitmemektedir. Geçiştiriliyor gibi, daha çok bunu sonra konuşalım cinsinden. Trajikomik unsurların ortalıkta dolandığı bir hikâye diyerek dengeyi sağlayabiliriz belki. Hemen hafızamızı zorluyor ve acaba bu duygusal gelgitlerin sebebi alkol ve bir türlü zirveye çıkamayan cinsel bağımlılık mıydı? Fazla mı mübalağa ettik acaba? Yoksa rahatlamak için çaba gösteren, her defasında kesintiye uğrayan ve bir türlü doyuma ulaşamayan anların içinde dolanıp durmalarını başka neyle izah edebiliriz ki? Ya da gece bittiğinde hiçbir şey yaşanmamışçasına kaldıkları yerden devam mı edecekler yoksa var olan yaralara bir yenisini daha mı ekleyecekler? Bu sorular belleğimizde dursun şimdilik.
Ahmet’i oynayan Atakan Yılmaz’ı oyundan yarım saat önce dışarıda görüp sonrasında sahnede büründüğü karakterle karşılaşmak gerçeklik algımızı kısacık da olsa sarssa da toparlayabildik. Oyun değil de gerçekten odasını dikizliyor gibi hissettik. Yatak odasını gördüğümüz kaç oyun var ki izlediğimiz. Böyle düşündüğümüz için ayıplanmayız umarım. Ahmet’in gizli yaralarına inandırabilmesi karaktere ne denli inandığının göstergesiyle açıklayabiliriz sanırım. Kendini oynamak gibi bir şey herhalde. Yalnız oyundaki önemli diyebileceğimiz bir sahnede Ahmet’in karnına aldığı bıçak çiziğinin üzerinde durmaması, gerçeklik duygusuyla baktığımızda bunun gözden kaçan bir ayrıntı olarak kabul edebilir miyiz? Bir karşılığı varmış gibi durup sonrasında bu acının sönüp gitmesini bu şekilde açıklayabiliriz ancak. Bununla beraber; karakterlerin aydınlandığı diğer bir deyişle korkularını aştığı, gerçekten anlatmaya başladıkları sahne olması açısından son derece önemli bir yerde konumlanmakta sahne.
Bir de Ahmet, anladığımız kadarıyla titiz olan biridir; ancak yatağını dağınık bir vaziyette bırakıp dışarı çıkmasını es geçebilir miyiz? Bu ufak ayrıntıların göze battığını söylememizde bir sakınca yoktur umarım. Tuğba Sorgun’un Ayşe’si ise daha ilk dakikalarda eve geliş niyetinin seks olduğu çok açık. Bu tür rollerin bıçak sırtında olduğunu söylemeye lüzum yok. Dengeyi bulmadığınız anda dağılabilme ihtimaliniz yüksek olabiliyor çünkü. Yine de Ayşe karakteri kabuğunu tam kırmadığını, cinsel arzularını yeteri kadar dışa vurmadığını da belirtmek gerekir. Özellikle fantezisini anlattığı sahnede çıkarmak istemediği kişi de gösterdi bize. Bu açıdan her iki oyuncunun hakkını teslim etmeliyiz, sözlü iletişiminin yanında bedensel iletişimleri de uyum içindeydi. Daha vülgarize tabirle müthiş bir ikiliydiler.
Duyguları kanırtmadan çerçeve içinde kalıp hareket tasarımına odaklanmalı en iyisi. Özellikle yatak üstünde ahenk içinde yaptıkları o hareketlerin estetiği bu cümleyi kurmamız için yeterli bir sebep. Müzikal ve müzikli oyunları bir kenara koyacak olursak sürekli yürüyerek bir şeyler anlatan oyunların arasında yatakta bile hareketli bir oyun tercih etmek başlı başına bir duruş göstergesi. Kolaya kaçmamaktır bunun adı. Bu yüzden hareket tasarımını yapan Gülnara Golovina büyük bir alkışı hakkediyor doğrusu, hani yemeğe lezzeti veren ve adını bir türlü bulamadığımız baharat gibi olmuş. Harekete bağlı olarak müziğin ritmi de unutulmamalı. Oyuncu olarak tanıdığımız Mekin Sezer ve Arkadaş Deniz Koşar’ın müziği, hareketlerin pürüzsüz çıkmasını sağlamakla beraber adeta bir bara giriyormuş hissi verdi. Bu söylediklerimizin tamamını kendi içinde toplayan dekor tasarımı sade olsa da ve bütünsellik açısında tamamlayıcıydı. İlk başta bir yataktan ibaret olduğunu düşündüğümüz dekor, oyunda en müzik ve oyuncular kadar sözü olduğunu bize göstermiş oldu. Tabii hemen aklımıza neden yatağın yastıkları yok, sorusu geldi? Bu da bir sorun mu? Eğer sadece bir odadan ibaret ise ve bu da bir yatak odasıysa bunun da bir sorun olduğu aşikâr. Duvarda asılı olduğunu varsaydığımız (sahnede yukarıdan aşağıya bir zincirle sarkık) boş çerçevelerle uyum sağlaması için bırakıldı, denilmez herhalde. Son olarak; keyifli ve eğlenmek için bir oyun mu arıyorsunuz, işte size “HardLove”. Gerisi sadece nümayiş.
*
– Arıcı, Oğuz, Oyun Metinlerinde Ritim: Bir Örnek Olarak Molière’in Cimri’sinin Ritimanalizi, Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü Dergisi, S.35.
– Fotoğraf: https://tiyatrolar.com.tr/tiyatro/hardlove (E.T. 12.12.2024)