Adalet, Dostlar Arasında Paylaşılan Bir Ganimet Değildir
Adalet, dostlar arasında paylaşılan bir ganimet değildir; milletin her ferdinin altında güvenle yaşayacağı ortak gökyüzüdür. Ve o gökyüzü çökerse, altında sadece “ötekiler” değil, ganimeti paylaşan “dostlar” da kalır.
- MUSTAFA YENEROĞLU
- 13 Aralık 2025
Siyaset, toplumsal sorunları çözme sanatından çıkıp, toplumu bir “biz ve onlar” savaşına dönüştürdüğünde, savaş meydanında ilk vurulan değer her zaman adalet olur. Çünkü savaşın mantığı imha, hukukun mantığı ise ihyadır. Savaşta “kazanan her şeyi alır”, hukukta ise “herkes hakkı olanı.”
Türkiye’nin siyasal serüveninde, imparatorluktan cumhuriyete tevarüs eden ve bir türlü aşamadığımız yapısal viraj tam olarak burasıdır: Devlet yönetimini bir “hizmet nöbeti” değil bir “fetih hareketi”; kamu kaynaklarını “milletin emaneti” değil bir “savaş ganimeti”, hukuku ise herkesi eşitleyen bir terazi değil, galiplerin mağluplara lütfettiği bir “ulufe” olarak görmek.
Buradaki “fetih” ve “ganimet” kavramlarını sadece dini bir referansla okumak, Türkiye’nin kök sorununu eksik anlamak olur. Şerif Mardin’in “merkez-çevre çatışması” olarak kodladığı bu gerilimde devlet, tarihsel olarak ulaşılmaz bir kaledir. Bu yüzden çevredekiler merkeze (devlete) yürüdüklerinde orayı “hizmet edilecek bir makam” değil, “yıllardır mahrum bırakıldıkları ganimetin dağıtım merkezi” olarak görürler. Bu zihniyet, Osmanlı’dan bu yana devletin, zenginliğin ve statünün tek dağıtıcısı olduğu, servetin ticarette değil, “devlet kapısında” arandığı kadim bir geleneğin ürünüdür. Cumhuriyet’in tek parti döneminde de, çok partili hayata geçişte de, bugünkü iktidar yapısında da değişmeyen “öz” budur: İktidarı ele geçiren, devleti bir mülk gibi tapular ve o mülkün imkanlarını sadece “kendi mahallesine” dağıtarak meşruiyet devşirir.
Oysa adalet, muktedirlerin dostlarına ikram ettiği bir imtiyaz veya ganimet değildir.
Korku ve Kabile: 30 Saniyelik Nefret
İktidar ve güç, tarih boyunca insanlığın en çetin imtihanı olmuştur. Ancak Batı demokrasilerinde veya kurumsallaşmış toplumlarda iktidar değişimi “nöbet değişimi” gibi algılanırken, bizim gibi toplumsal güvenin dip yaptığı coğrafyalarda neden bir “varlık-yokluk” mücadelesine dönüşür? Neden gücü ele geçiren her grup (bu pozitivist bir elit, bir cemaat veya etnik bir yapı olabilir) hızla bir “ganimet paylaşımına” yönelir? Bu sorunun cevabı, basit bir “açgözlülük” veya ahlaki yozlaşma ile geçiştirilemez. Bunun temelinde derin bir sosyolojik korku ve “Siyasi Kabilecilik” refleksi yatar.
Hukuk devleti kurallarının tam işlemediği, yargının bağımsız olmadığı topraklarda “iktidardan düşmek” sadece koltuğu kaybetmek demek değildir; itibarı, mal varlığını, özgürlüğü ve hatta bazen can güvenliğini kaybetmek demektir. Bu “güvensizlik iklimi”, muktedirleri paranoyak bir savunma mekanizmasına iter. Düşündükleri şudur: “Eğer biz gidersek, ötekiler gelecek ve bizi yok edecek. O halde gitmemek için her yol mübahtır.”
İşte bu korku, devleti kurallar ve liyakat üzerinden değil şahsi sadakat ağları üzerinden yönetmeyi zorunlu kılar. Kendilerini güvende hissetmelerinin tek yolu, devletin köşe başlarına, yargısına, mülki idaresine “işi bilen liyakatli olanı” değil, sadakati tartışmasız olanı yerleştirmektir. Liyakatsizliğin ödüllendirilmesi, süreç içinde herkesi şahsiyetsizleştirir. zamanla yola birlikte çıkılanlardan kalan sadık kadrolar bile demotive olur. Artık iradesini yitiren bu eski dostların yerini, zorunlu olarak her emri sorgusuzca uygulayan ‘yeni kullanışlılar’ alır.
Tam bu noktada kullanışlılar marifetiyle hukuk araçsallaşır ve evrensel bir terazi olmaktan çıkar. O artık, kabilenin sınırlarını bekleyen bir muhafızdır. “Bizden olanı” koruyan bir kalkan, “öteki”ni terbiye eden bir kılıçtır. Hukukun bu şekilde eğilip bükülmesi, sadakatlileri dayanışmaya (asabiyete) mahkum ederken, kullanışlıları daha da iştahlandırır. Dışarıda kalanlar “potansiyel tehdit” haline gelir.
Hanno Sauer, “İyiliğin ve Kötülüğün İcadı” eserinde insanı “adaletli bir varlık” yapmak için binlerce yıl gerektiğini, ama onu bir “kabile holiganı” yapmanın sadece 30 saniye sürdüğünü anlatır. Sosyal psikolojideki “minimal grup” deneyleri gösteriyor ki, insanları yazı-tura atarak bile iki gruba ayırsanız, aralarında hiçbir geçmiş olmasa dahi, 30 saniye içinde kendi grubundakine (tanımasa bile) kaynak aktarmaya, karşı gruptakini ise cezalandırmaya başlıyor.
Tarihsel Bir Döngü: “Kutsal Mazlumluk”tan Zalimliğe
Müslümanların tarihinde ganimet düzeninin kurumsallaşması Bizans ve Sasani devlet........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Rachel Marsden