Biraz Mithat Cemal Kuntay’ın hayatına bakalım. Daha doğrusu bakmaya çalışalım. Kuntay’a dair ender çalışmalardan biri Halil İbrahim Göktürk adını taşıyor. H. İbrahim Bey, Mithat Cemal Kuntay’ın hayatına (1885-1956) dair hazırladığı kitapçığın önsözüne şu tarihi düşmüş: “Beşiktaş - Serencebey 1988”

Bu çalışma, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını olarak, Türk Büyükleri Dizisi başlığı altında 1987‘de yayınlanmış. İki tarih arasındaki tutarsızlığı Kültür Bakanlığı ilgililerinin editoryal yetkinliğine verelim. Hangi Kültür Bakanı dönemine denk geldiğini merak ettim baktım, Mesut Yılmaz ve Tınaz Titiz isimlerine denk geldim (ANAP). Kitapçığın önsözünden birkaç satır aktarıyorum:

MİTHAT CEMÂL KUNTAY, hayat hikâyesi, şahsiyeti ve edebiyatımızdaki yeri bakımından bir ilginç kişilik örneği göstermiştir. Zira Osmanlının son yüzyılında ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde bazı ilmî, kültürel ve edebi alanlarda “İLK” olmak niteliğini omuzlarında taşımaktadır. Örnek verirsek: Türklerin ilk hukuk doktoru ünvanını kazandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve en uzun ömürlü noteri oldu. Kurtuluş Savaşı’nın bunalım döneminde Atatürk’ün T.B.M.M kürsüsünden şiirlerini okuduğu iki şairden yaşayan biriydi.”

M.C. Kuntay, henüz 17 yaşında iken babası vefat etmiş ve omuzlarına geçim yükü binmiş. Gazete ve dergilere şiir ve düzyazılar yazarak, tarih ve edebiyat hocası olarak özel dersler vererek yükü sırtlamaya çalışmış. 1906 senesinde bir ihbar ile kısa süre tutuklu kalmış. Mithat Cemal Bey tutukluğunu şöyle anlatıyor:

“İstibdatta bir gece, beş dakikada siyasi adam oldum; evimde Mektebi Hukuk notlarını beyaza çekerken, politika suçlusu olarak basıldım. Bir çocuğun bu baskınında bir Namık Kemâl’in sürülmesi için lâzım olan dekor vardı: Komiser, mağmum (üzgün, tasalı) ay, imam, ıssız gece, bekçi, hülasa hepsi…”

Alıntıyı uzatacağım. Mithat Cemal Bey’in dolaysız sesini çok az duyabiliyoruz çünkü:

“Zaptiyede epeyce yattım. Nihayet Zaptiye Nazırı bir çocuğu tevkif ettiğini gördü; tebessüm ederek beni bıraktı. Bu manasız tebessümün karşısında tevkifimi, az kaldı, ben de ehemmiyetsiz bulacaktım. Fakat Âkif’in (Mehmet Akif Ersoy) şairliği imdada yetişti; derin gözlerle yüzüme baktı: “Artık bir zaman için kimse ile görüşmen doğru değil; hattâ benimle de.!” Âkif’in bu sözüyle, tevkifim, tekrar mühim vak’a oldu. Ve O, benim hesabıma korkarak bana gelmedikçe bizim ev siyasî bir şey oluyordu.” (Kaynak belirtilmemiş.)

Kitapçığın Taha Toros’tan yaptığı alıntıların birinde, Mithat Cemal Bey’e dair şu satırlar okunuyor:

“Boynundaki zarif kravatı, göğüs cebini madalya gibi süsleyen renkli mendiliyle bir eski zaman aristokratını andırırdı. Delikanlılık dönemindeki güzelliği anlatılırken, Beyoğlu’ndaki Levanten kadınların, akşam gezilerinde onu baygın bakışlarla süzdükleri söylenirdi. Tatlısu frenklerinden (Levanten’in argosu) hayli dostu vardı. Onların davetlerine, karnaval niteliğindeki eğlencelerine katılırdı. Teşrifat ve etiket kaidelerine son derece düşkündü. Bu açıdan yabancı dostlarının da hayranlığını kazanmıştı. Alafranga görünümlüydü ama, kalbi, koyu bir Türk olarak atardı.”

Burada “sözüm meclisten dışarı” molası veriyorum. Tanımlanan kişi başka bir deyişle bir “dandy” belki de. Olabilir, bence mesele değil. “Teşrifat ve etiket kaidelerine son derece düşkündü” cümlesi bana Üç İstanbul romanında hem kıçına yapışıp hem de gıcık olduğı Hidayet karakterini çağrıştırıyor. Bu da olabilir. Hangimiz çelişkilerden arınmışız ki? Levantenler seni eğlencelerine davet ediyorlar, hatta sana hayranlar ve fakat kalbin koyu bir Türk (!?)

Ben Mithat Cemal Kuntay’ın bu son cümleyi kuracağına inanmıyorum. Şöyle bir düşünüşün mümkünü var mı: “Davet ettiler gittim, kadınlar bana baygın gözlerle baktılar, hatta kadınlardan biri ile bir süreliğine ortalıktan kaybolup sonra geri döndük. Döndüğümde kalbim hala koyu Türk idi.”

Böyle bir cümlenin mümkünü var ise bu marazi bir durum. Sen nerede yedin kafayı abi?

Yine sözüm meclisten dışarı, birisinin hayatına dair, biyografi yazmak amacıyla kalem oynatmak, o kişiyi övmek mecburiyeti midir? Bu memlekette doğmuş ve çıkışa yaklaşmış biri olarak gördüğüm, anladığım şudur: Eğer bir kişi Türklük ve Osmanlılık içine yerleştirebileceğimiz biri ise onu övmek zorundayız. Övemiyorsak zaten Türk büyüğü değildir. Türk büyüğü değilse nesini, neresini övelim? Ben buna “bilinçli olarak gerçeklik ıskalamak” diyorum. Israrla gerçekliği reddetmek anlamına geliyor. Kronik olduğunu görüyorum. Ancak zor, baskı, inkâr ile sürdürülebilir bir hayat biçimidir.

Mithat Cemal Kuntay’ın giyim kuşamına dair başka bir kayıt, tanıklık daha var ki, yukarıdaki “dandy” şıklığı ile çelişiyor:

“Birinci Dünya Savaşı’nın yoksul günlerinde, perişan günlerindeydik. Kadıköy vapurundaydım. Yanımdaki arkadaşım yavaşça kolumu dürttü: “Mithat Cemâl.” Karşımızdaki sırada oturuyordu. Güzel yüzlü, gür sesli, alımlı bir genç adamdı. Otuz yaşında ancak. Elbisesi temiz ama soluktu. Gömleği ütülü ama yıpranmıştı. Hele siyah iskarpinleri sağlı sollu, makine dikişiyle yamalıydı.” (Yusuf Ziya Ortaç, Portreler, 1960)

*

Bir yazarın, nasıl bir hayat yaşadığı veya hayatı nasıl yaşadığını okurlar da araştırmacılar da merak eder. Bazıları meraklarını abartır, kişinin mahremine girer ve oradan kendisi için anlam tırtıklamaya çalışır. Bir yazarın hayatına dönemi içinde yaklaşmak, dönemin yapısı, özellikleri ile birlikte ele almak anlamında doğru bir yöntemdir. Döneminden, çevreleyenlerinden koparıp sadece kişisel olanı karıştırmak, magazin merakına girer.

Birkaç aydan beri Üç İstanbul romanını didikliyorum. Bu kısa süre içinde anlayabildiğim Mithat Cemal Bey’in ince zekâ sahibi bir şahsiyet olduğu. Üç İstanbul’u ve aynı dönemden söz eden kuşakdaşlarını okumak benim için bir dönem insanlarının düşünüş, algılayış ve ifade ediş biçimlerine yakından bakmak oldu. Dil’in, kelimelerin “bir zamanlara aitliği” dışında o kişilerle aramda uzak bir mesafe olduğunu düşünmüyorum. Aksine, bir masa etrafında otursak ve sohbet etsek, birbirimizi anlamakta zorluk çekmeyeceğimize inanıyorum.

Son olarak, yazı boyunca alıntılar yaptığım kitapçıktan son bir alıntı yapmak istiyorum. “Eski Tunceli mebusu CHP eski Gnl. Sek. Necmeddin Sahir Sılan”a soruyorlar:

“Atatürk, zamanında millete ihanet etmemiş bütün şair ve yazarları mebus yaparak Meclis’e aldı. Acaba Mithat Cemal’i neden yapmadı. Bir mahzur mu vardı?” (*)

Sılan: “…Bu soru hala bazı zihinleri kurcalar durur. Hatta birgün dayanamayarak Memduh Şevket Esendal’a sormuşumdur. ‘Beyefendi, pek çok şair parlamentoya girdiği halde Gazi’nin onun şiirini kürsüden okumak şerefine eren bu şairin nesi var ki Meclis’e giremiyor?! M.Ş. Esendal; çok kısa ve soğuk bir cevap verdi: ‘Talebi yoktur efendim.’…”

Buraya siyah beyaz bir Ara Güler fotoğrafı koydum. Rumelihisarı tepelerinden yokuş aşağı kıvrılarak inen, taş zeminli dar bir sokak. Sokağın bir yanı ahşap evler, bir yanı bağ bahçe dal yaprak. Mantolu, bir kadın iniyor yokuştan kısa topuklu ayakkabılar ve dikkatli adımlarla. Zemin taşları kaygan yüzeyli. Yokuşun dibinde bir parça boğaz akıyor.

Biraz duygusal bağladım ama olsun, belki zengin gösterir.

İyi seneler cümleten.

*

(*) Miiletvekili olabilmenin “tek adam” inisiyatifinde, iki dudağı arasında olması ilginç.



QOSHE - Üç İstanbul yazarının hayatına dair (13) - İlhami Algör
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Üç İstanbul yazarının hayatına dair (13)

4 0
30.12.2023

Biraz Mithat Cemal Kuntay’ın hayatına bakalım. Daha doğrusu bakmaya çalışalım. Kuntay’a dair ender çalışmalardan biri Halil İbrahim Göktürk adını taşıyor. H. İbrahim Bey, Mithat Cemal Kuntay’ın hayatına (1885-1956) dair hazırladığı kitapçığın önsözüne şu tarihi düşmüş: “Beşiktaş - Serencebey 1988”

Bu çalışma, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını olarak, Türk Büyükleri Dizisi başlığı altında 1987‘de yayınlanmış. İki tarih arasındaki tutarsızlığı Kültür Bakanlığı ilgililerinin editoryal yetkinliğine verelim. Hangi Kültür Bakanı dönemine denk geldiğini merak ettim baktım, Mesut Yılmaz ve Tınaz Titiz isimlerine denk geldim (ANAP). Kitapçığın önsözünden birkaç satır aktarıyorum:

MİTHAT CEMÂL KUNTAY, hayat hikâyesi, şahsiyeti ve edebiyatımızdaki yeri bakımından bir ilginç kişilik örneği göstermiştir. Zira Osmanlının son yüzyılında ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde bazı ilmî, kültürel ve edebi alanlarda “İLK” olmak niteliğini omuzlarında taşımaktadır. Örnek verirsek: Türklerin ilk hukuk doktoru ünvanını kazandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve en uzun ömürlü noteri oldu. Kurtuluş Savaşı’nın bunalım döneminde Atatürk’ün T.B.M.M kürsüsünden şiirlerini okuduğu iki şairden yaşayan biriydi.”

M.C. Kuntay, henüz 17 yaşında iken babası vefat etmiş ve omuzlarına geçim yükü binmiş. Gazete ve dergilere şiir ve düzyazılar yazarak, tarih ve edebiyat hocası olarak özel dersler vererek yükü sırtlamaya çalışmış. 1906 senesinde bir ihbar ile kısa süre tutuklu kalmış. Mithat Cemal Bey tutukluğunu şöyle anlatıyor:

“İstibdatta bir gece, beş dakikada siyasi adam oldum; evimde Mektebi Hukuk notlarını beyaza çekerken, politika suçlusu olarak basıldım. Bir çocuğun bu baskınında bir Namık Kemâl’in sürülmesi için lâzım olan dekor vardı: Komiser, mağmum (üzgün, tasalı) ay, imam, ıssız gece, bekçi, hülasa hepsi…”

Alıntıyı uzatacağım. Mithat Cemal Bey’in dolaysız sesini çok az duyabiliyoruz çünkü:

“Zaptiyede epeyce yattım. Nihayet Zaptiye Nazırı bir çocuğu tevkif ettiğini gördü; tebessüm ederek beni bıraktı. Bu manasız tebessümün karşısında tevkifimi, az kaldı, ben de ehemmiyetsiz bulacaktım. Fakat Âkif’in (Mehmet Akif Ersoy) şairliği imdada yetişti; derin gözlerle yüzüme baktı: “Artık bir zaman için kimse ile görüşmen doğru değil; hattâ benimle de.!” Âkif’in bu sözüyle, tevkifim, tekrar mühim vak’a oldu. Ve O, benim hesabıma korkarak bana gelmedikçe bizim ev siyasî bir şey oluyordu.”........

© P24


Get it on Google Play