Son yazı çünkü kitap ile ilişkim doygunluğa ulaştı ve yazılarımın enerjisi azaldı. Çıtayı düşürmeye başladım. Benim de enerjim azaldı, açlık sınırı denilen ve sınır altına doğru seyreden bir gelir ile yaşıyorum. Ayrıca başka bir konuya ilgi duyuyorum ki galiba haftaya bu sayfada görünür olabilecek. Arz ettim.
*
Üç İstanbul’da, beden diline dair cümlelerde yazarın üslubu beni etkiliyor:
“Matruş bıyıklı, uzun ve kalın uşak, kadına vücuduyla selam dururken, kadın bu ağır itaatın, bu silah gibi duran ezici hürmetin karşısında şaşaladı; konağın merdivenlerinde büsbütün gölgeleşti.”
Veya: “Tevfik, ömründe ilk defa bir kadının çehresinden gözlerini alamıyordu. Deminki hiddetle büsbütün artıp taşan vücudu şimdi güzel kadının karşısında iri yarı bir hüzündü.”
Veya: “Moiz’in konağından çıkan misafirlere, karşıdaki fırının kapanmış kepenkleri önünde, at üstünde, iki polis, karanlıkta, binalaşan iki gölge gibi selam durdular.”
Kelimelerin tınılarını, seslerini yakaladığı gibi an’ları yakalıyor Kuntay. Yakalıyor ve öyle tanımlıyor ki, an uzuyor.
Şifre Mümeyyizi Sait
Kuntay’ın Sait’i tanımlayış biçimi çok ilgimi çekti. Sait’i önceki yazılardan hiçbirine dahil edemedim. Söz etmeden geçmeye de içim razı olmadı. Kısaltılmış bir alıntı ile takdim ediyorum:
“Dahiliye’de Şifre Mümeyyizi Sait çok hususi adamdı; adının umumiliği kendisine yakışmayacak kadar hususi! (…) Mesela biteviye nazikti. Dudağında tebessüm memuriyet haline gelmiştir: Her zaman aynı uzunlukta, aynı genişlikte bir tebessüm! .. Ve dünyanın en tuhaf lakırdısını duysa, bu tebessümünü dudağında ısırır, kahkaha olmasına fırsat vermezdi.........