Kanto: Yokluğun Bıraktığı Boşluk

Antalya Altın Portakal’da izlediğim bir başk film, Ensar Altay’ın “Kanto”su oldu. Belgeselden kurmacaya geçen bir yönetmenin, aile içi sarsıntılardan toplumsal sessizliklere uzanan bir denemesi bu. Sinema Genel Müdürlüğü destekli, TRT ortak yapımı oluşu daha ilk dakikadan itibaren filmin estetik sınırlarını belirliyor: düzgün, steril, ama fazla güvenli. Kişisel bir hikâye anlatma niyetiyle yola çıkan Altay, yapım koşullarının ağırlığı altında temkinli bir sinema kurmuş.

“Kanto”, ilk bakışta klasik bir gelin–kayınvalide çatışması gibi açılıyor. Ancak hikâye derinleştikçe, mesele kadınların birbirine miras bıraktığı sessiz suçluluk duygusuna dönüşüyor. Kayınvalide ortadan kaybolduğunda, film bir tür psikolojik çözülmeye evriliyor. Yönetmen ortada bir gizem yaratmak istiyor ama asıl ilgilendiği şey gizemin çözümü değil, yokluğun bıraktığı boşluk. Bu nedenle film, tematik olarak güçlü bir zemine basarken biçimsel olarak sık sık tökezliyor.

Vicdan ve Özgürlük Arasında: Kaybolanın Ardından Kalanlar

Sude, kayınvalidesiyle hiçbir zaman anlaşamamış bir kadın. Evin içinde görünmez sınırlar çizmiş, alanını korumaya çalışmış, sessiz bir savaş vermiş. Kayınvalide bu savaşın yıllanmış tarafı; onun varlığı evdeki tüm dengeleri belirleyen görünmez bir ağırlık. Bu ağırlık ortadan kalktığında, yani kadın “kaybolduğunda”, herkesin vicdan terazisi şaşıyor.

Sude’nin bastırılmış öfkesi yerini suçluluk duygusuna bırakıyor. Çünkü kayınvalide gittiğinde, yıllardır beklediği rahatlama yerine, kayıp bir vicdanın yankısı kalıyor. Freud’un “suçluluk, bastırılmış arzunun geri dönüşüdür” tespiti burada tam isabetli: Sude, içten içe kadının yokluğunu dilemişti; şimdi o dileğin bedelini ödüyor.

Kocası içinse durum tam tersi. Yıllardır sorumluluklarının ağırlığı altında ezilen bu adam, annesinin yokluğunda gizli bir huzur buluyor. Filmin en........

© Öteki Sinema