1987'nin Nisan ayıydı.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde şimdi bin rahmetle andığım Prof. Dr. Abdulkadir Donuk Hocamın dersiydik. Ders sırasında hocamın beni kürsüye çağırdığını söylediklerinde ilkin inanmadım, inanmadım. Kürsüye doğru gitmekten çekindim. Gençtim, tecrübesizdim. Hocaya bir saygısızlık yapıp yapmadığımı düşündüm. Zihinim işliyordu ama bir türlü hocanın beni neden çağırdığına dair bir sebep bulamıyordum.
Biraz da arkadaşların teşvikkâr zorlamasıyla ve daha çok hocamı kırmamak için ezile büzüle kürsüye çıktım. İstanbul Üniversitesinin en büyük amfisi olan 1 No’lu amfiydi. Salonda yüzlerce arkadaş vardı. Herkes olacakları yorumlamaya ve bundan keyif almanın yollarını aramaya başlamıştı bile! Keyif almayan ve konu ile ilgili hiçbir fikri olmayan bir kişi vardıysa o da bendim!
Kızlar, erkekler, hepimiz genç ve delişmen ruhlar taşıyanlardık. Ancak kürsüye doğru çıktığımda hocamın hiçte kızgın ve sorgulayıcı bir tavrı olmadığını gördüm. Aksine sevecen ve her zamanki gibi güleç yüzü vardı. Güldüğünü ve babacan sevgisini çok da göstermeyen bir yapısı olan hocam aksine güleç yüzle karşıladı beni. Üniversitenin ikinci sınıfındaydım. Hocayı şimdi olduğu kadar tanımıyordum. Şu anda olduğu gibi tanısaydım hiç tereddüt etmez hocam adımı söylediği anda yerimden fırlar gidip hocanın ne emrettiğini sorardım.
Hocamın elinde bir gazete tutuğunu gördüm. Merakım, biraz da endişem giderek artıyordu.
Aklımdan geçen onlarca soru. Karışık bir dönemdi, basına yansıyacak herhangi bir vukuatım........