ABD’nin, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen sonrasında, tek kutuplu yeni bir dünya düzeni kurmak amacıyla küresel çapta başlattığı operasyonların ilki, 1991’deki I. Körfez Savaşı’ydı. Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) hayata geçirmeyi hedefleyen bu operasyonun gerekçesi, “Saddam’ın kimyasal silahlarıydı”. 2003’te, “demokrasi götürüyoruz” kamuflajı altında Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesi operasyonun gerekçesi de, 11 Eylül 2001 günü, NewYork İkiz Kuleleri’nin “El Kaide militanları tarafından vurulmasıydı”.
Suriye ve Libya da, estirilen Arap Baharı rüzgarları eşliğinde yine “demokrasi görütüyoruz” gerekçesiyle işgal edilmişti. Avrupa Ordusu (PESCO) kurmaya heveslenen Avrupa ülkeleri, “Rusya, Ukrayna gibi sizi de yutabilir” diye korkutularak yeniden NATO şemsiyesi altında toplanmışlardı.
Peki, dünyanın en borçlu ülkesi olan ABD, “Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’ne ekonomilerinizi çökertmesine engel olmak için karşı çıkıyorum. Bunun için de, yeni bir para sistemine geçiyorum” dediğinde, bu dayatmaya kim “hayır!” diyebilecektir?
Çok kritik ve zorlu bir süreçten geçmekteyiz.
“ABD, Amiral John Aquilino Paparo’yu, Çin’in yayılmacı politikalarına karşılık vermek üzere, ‘güvenliğimizin kalbi’ olarak nitelediği öncelikli operasyon alanında nöbet tutan Hint-Pasifik Kuvvetleri Komutanı olarak görevlendirdi.”
Bütün dünyada heyecan uyandıran haberin özeti buydu. Medyamız gereken ilgiyi göstermemişti, ama küresel barışı tehdit eden çok önemli bir gelişme yaşanıyordu. Bu hareketlenmenin arka planında, iki büyük dünya savaşı öncesinde yaşanan ekonomik krizin gölgesi vardı. Bütün dünya, “Bugüne kadar yerel ve bölgesel çatışmalar şeklinde izlediğimiz “3. Büyük Kapışma”, artık gerçek boyutuyla mı gündeme geliyor; ABD, bir süredir sözü edilmekte olan küresel ekonomiyi resetleme operasyonunu mu başlatıyor?” sorgulaması yapıyor.
Biz de, 3. Dünya Savaşı’nı gerçek boyutuyla gündeme getiren bu önemli gelişmeyi, “TÜRKİYESİZ OLMUYOR” başlıklı yazımızda, Türkiye açısından bakarak değerlendirmiştik. ABD, şu süreçteki önceliğinin “güvenliğimizin kalbi” dediği Hint-Pasifik bölgesi olduğunu ilan ediyor ve bu süreçte, dünya hidrokarbon kaynaklarının en büyüklerini barındıran Ortadoğu’da herhangi bir “kargaşanın” yaşanmasını istemiyordu.
Suudi Arabistan’a İsrail konusunda güvence veren, İsrail Başbakanı Netanyahu’yu da, ülkesindeki üniversitelerde kurguladığı protesto gösterileriyle itibarsızlaştırarak Gazze katliamına ara verdiriyor ve “güvenliğinin kalbi”ne yöneliyordu. “TÜRKİYE’SİZ OLMUYOR” başlıklı yazımızda sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı da, bölgenin güvenliğini Türkiye’ye emanet etmek istiyordu.
İlk bakışta kafalarda soru işaretleri uyandırmış olsa da, gerçek buydu; eski dostlar, “düşman kardeşler” ilişkilerine rağmen, bazı önemli süreçlerde, birbirlerine tutunmayı deniyorlardı.
NATO’NUN BEYİN ÖLÜMÜ DERKEN...
Irak’ın, “demokrasi götürüyoruz” kamuflajı altında işgal edilmesi sonrasında yaşananlar, BOP’un GBOP’a dönüşmesine, estirilen “Arap Baharı” rüzgarları eşiliğinde Suriye ve Libya’nın işgal edilmesine, ABD’nin Afrika’yla daha yakından ilglenmesine neden olmuştu. ABD’nin Afrika’yla ilgilenmesinin en önemli nedenlerinden biri de, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” diyen Fransa’nın, Almanya ile elele vererek, nükleer gücü de olan bir Avrupa Ordusu (PESCO) kurma hevesine kapılmasıydı.
ABD, Fransa’yı bu hevesinden vazgeçirmek için, öncelikle en büyük gelir sağladığı Afrika ile bağlarını koparmak oldu. Fransa, kısa zamanda, Libya’nın “tatlı petrol”lerden kazandığı paraları da, Afrika’daki sömürgelerinden sağladığı yıllık 600 milyar dolarlık geliri de kaybetti.
ABD’nin derdi yalnızca Fransa değildi, Avrupa Birliği’ni (AB) parçalamayı hedefliyordu. “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti”........