Oysa siyasal İslam ne çağdaş kapitalizmle, ne de çağdaş demokrasi ile uyuşuyordu. Hatta çağdaş toplumlarda hoşgörüye dahi layık olmayan radikalleşme eğilimleri taşıyordu.
Türkiye’de siyasal İslam nasıl kendine özgü ise bizdeki Özal usulü “yerli ve milli” kapitalizmin de aynı şekilde kuraldışı ve vahşi olduğu tartışılmaz bir gerçekti. Bugün bunun en iyi kanıtı ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik durum ve kara para aklayan ülkelerin küresel listesindeki yerimiz değil mi? Son yıllarda iyice belirginleşen trajedi ise şudur ki bizdeki dinci-piyasacı sentez ülkemizde dokunduğu her alanı çürütmüş ve barbarlaştırmıştır. Batı’da 19’uncu yüzyılda yaşanan en derin insani sorunları, 20’inci yüzyılın en totaliter rejimlerinde görülen baskıları bugün yaşıyor olmamız Boğaziçi liberallerin haksızlığını açıklamaya yeter.
Gerçi sonunda Max Weber cımbızlayarak teori yapan liberallerin çoğu pişman oldular, hatta bazıları bir zamanlar Cumhuriyete ve laikliğe karşı destekledikleri İslamcılar tarafından analarından doğduklarına pişman edildiler.
WALTER BENJAMİN’İN “KAPİTALİZM DİNİ”
Ama yazımın konusu bu değil, 100 yıl önce yazdıklarıyla çok ilginç bir şekilde sanki Türkiye’deki güncel durumu anlatan filozof ve sanat eleştirmeni Walter Benjamin’den söz edeceğim. Bugünkü gerçeğimiz bize sosyolog Weber’i değil yaşadığımız zaman ve mekân çok farklı olsa da onu eleştiren isimlerden biri olan Benjamin'i ve onun 1921 yılında yazdığı “Bir din olarak kapitalizm” başlıklı makalesini anımsatıyor.
Benjamin, kapitalizmin ortaya çıktığı topraklardaki baskın din olan Hristiyanlığı esas aldığı makalesinde orijinal ve ilginç bir saptama yapıyordu: Günahların kefaretinin ödenmesinde insanları bir araya getirerek suçluluk duygusundan kurtaran din en sonunda bunu bir yana bırakmış, kapitalizmin hizmetine girmiş ve giderek ona dönüşmüştü. İnsanlar artık öteki dünyada verecekleri hesap üzerinden kaygılanmıyor ama yeterince zengin ve paralı olmadıkları için kendilerini suçlu hissediyorlardı. Kuşaktan kuşağa giderek artan bu duyguyu onlara yaşatan kapitalizm sonunda kendisini de mahvedecek bir süreç içindeydi.
Benjamin’in temel aldığı Hristiyan ilahiyatına göre Tanrı, insanın cennetten kovulmasıyla sonuçlanan “asli günahın” kefaretini kendi öz oğlunu dünyaya gönderip kurban ettirerek insanlık adına ödetmişken kapitalizm günahtan kurtarıcı özelliği olmayan ilk din olarak ortaya çıkmıştı. Hatta bu yeni dinde insanlar daha fazla günah işleyerek Tanrı’ya yaklaşacaklarını düşünmekteydiler.
Alman filozof kapitalizmi her ne kadar Marx kadar derinden analiz etmemişse de somut bir noktaya dikkat çekiyordu: Yani bir din olarak kapitalizm, günah işleyenlerin değil parası olmayan insanların kendilerini suçlu hissetmelerini sağlar. Bu ahir zaman dininde güzel bir evi, arabası, kıyafeti, telefon, takı, tatil gibi tüketim fetişleri olmayan insan utanır, kendini sıkıntıda hisseder. Bu sıkıntı kendini hem kişilerin hem de ülkelerin giderek büyüyen borçlarında gösterir. Zamanında siyasal İslam’ı kullanmaktan pek de çekinmemiş olan eski bir politikacının da dediği gibi “borç yiğidin kamçısıdır” ama sonuçta o sarmalın içine girilir ama çıkılamaz.
ÖZAL DEVRİNİN DEĞİŞEN DİN ANLAYIŞI
Walter Benjamin’in tüm saptamaları akla hemen Özal devrini ve 12 Eylül rejiminin ekonomi politikasını getiriyor. Türkiye’nin küresel kapitalizmle bütünleşme adımlarının İslamlaşmayla birlikte gelmesi elbette bir rastlantı değildi. Bu, aynı zamanda din anlayışında bir aşamaydı. Türk insanını ahiret korkusundan kurtaracak ve dünya ile ilgili kaygıları ön plana çıkaracak ve bu şekilde kapitalizm dünyasına giriş sağlayacak bir formül ortaya çıkmıştı. Bunun da Özal’ın temsil ettiği İslamcılıkta mevcut olduğu sanılıyordu.
1980’lerdeki askeri rejimde generaller bir yandan ülke ekonomisini tek dünya pazarına bağlarken, sosyal adaletçi politikaları din düşmanı olarak suçlamaktan da geri........