devlet…

“Devlet basit bir hesap hatasından başka bir şey değildir. İnsanlık tarihinin en uzun sürmüş, en gaddar ve en korkunç hesap hatası…” (Paul Martin)

şair diyor ki

1947 yılında Nazım “yüz milyonlarcasın” ve “akrep gibisin kardeşim” diyordu; evet bundan yetmiş yedi yıl önce ve devam ediyordu: “Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani/hani şu derya içre olup/ deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf. / Ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende. /
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin,/ — demeğe de dilim varmıyor ama — / kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”

Bursa cezaevinde 1949’da yazdığı “Ellerinize ve Yalana Dair” başlıklı şiirini nasıl bitirdiğini anımsayalım: “Yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ay ışığı, /ses yalan söylüyorsa, /söz yalan söylüyorsa, / ellerinizden başka her şey / herkes yalan söylüyorsa, / elleriniz balçık gibi itaatli,/ elleriniz karanlık gibi kör, / elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, / elleriniz isyan etmesin diyedir. / Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız / bu ölümlü, bu yaşanası dünyada / bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”

Yaşantımız boyunca herhangi bir anımızda bu şiirleri okuyunca, dinleyince benzer gerçekliğe dair aynı duyguları yaşıyorsak acaba bu durum yalnızlığımızı ve çaresizliğimizi örnekliyor olabilir mi?

sürdürülebilir tehdit

Birkaç deyim –diyelim-: “ne kadar ekmek o kadar köfte” ya da “sen benim sırtımı kaşı bende seninkini”. Yok, durum böyle özetlenemez iktidarın depremzedelere yönelik tehdidi; çok çok daha ötesi. İktidar diyor ki “sen bana kayıtsız şartsız biat et, elbet bende senin önüne birkaç kuruş atarım” Post modern kölelik hukukunun çokça maddesinden yalnızca biri! Emekçiye yapılan ”zamlarda” olduğundan hiç de farkı yok bu bağlamda depremzedeye söylenen sözlerin. Ne var ki tıpkı, örnek olsun “emekliler” meselesinde olduğu gibi depremzedelerden de iktidarın beklediği karşılığı bulabileceğini düşünüyorum. Netekim; NoktaHaberYorum’da yayınlanan, yanlış anımsamıyorsam “Ben Demiştim Tekrar Tekrar” başlıklı yazımda da gösterdiğim gibi depremden sonra deprem illerinde iktidarın aldığı oy oranının önceki seçimlere göre arttığını göstermiştim. Üstelik bugün iktidarın tehdidine hedef olan Hatay / Antakya bölgesinde bile durum neredeyse benzerdi…

Bunun bir dil sürçmesi olduğunu kimse söylemiyor; doğal olarak iktidar sonuçtan emin… 12 Eylül projesinin başarısını gösteren ehlileştirme müdahalesi tamamlanmış gözüküyor. Ben yaştakiler (60) anımsar; bundan otuz küsur yıl önce 12 Eylül artığı, halkımızın coşkuyla teveccüh ettiği bir “liderde” –ki kendisinin çöküş yolundaki çokça misyonlarından birisini ülkede hırsızlığı yolsuzluğu rüşveti meşru kılmak, bir diğerini anayasayı ihlal edebilmenin sorun oluşturmamasını meşru kılmak olduğunu ve bu misyonun halk tarafından sorgusuz sualsiz kabullenildiğini ve bu kabulleniş halinin toplumsal dejenerasyona / çöküşe bir onay anlamına geldiğini de anımsatalım- benzer bir tehdidi yapmıştı ama pek tutmamış ve “muhalefet” kazanmıştı; kazanabildiği kadar! Halkın bu tepkisinin devlet için uyarıcı olduğunu ve ardından “çöküş” amacına ulaşmak için de “gerekli” tüm müdahalelerin yapıldığını yaşayarak öğrenmiş bulunuyoruz.

seçime doğru

Adaylar üzerinden bir seçim analizi yaparsak, kuşkusuz “indirgemeci” bir yaklaşım olacak (!), seçim iktidara yandaş müteahhitler ile muhalefet belediyeye yandaş müteahhitler arasında geçecek… Bu “işin” meşruiyeti ise “seçmen” güruhunun katkısı ile sağlanacak. Adı seçim!

Altını içerek iddiamı tekrarlamak istiyorum: muhalefet seçimi kaybedecek. Yazgı! Muhalefetin farklı bir beklentisi olduğunu da düşünmüyorum; üstüne üstlük en iddialı olduğu yerlerde bile, kale tabir edilen, seçimin onlar adına da kaybedilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Ara not: bizler için her “seçim” kaybedilmiştir, çoktan, en başından beri kaybedilmiş seçim, seçimlerdir. Seçim sömürülenler için kaybetmenin meşru kılınmasının adıdır.

Tekrar: TBMM muhalefeti çöküşün payandasıdır; milletin vekili olarak milletin çöküşe gösterdiği rızaya onlarda katılmaktadır.

kutsallığın inşası üzerine birkaç satır 3

Sosyoloji ve antropolojinin ve psikolojinin yanıtlayacağı bir soru; neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan fetiş ideolojilerine bu gücü veren nedir? Kuşkusuz binlerce yıllık süreç içinde dünyaya ve evrene ilişkin kavramlaştırmalarda önemli değişiklikler olmuştur ancak bilim alanlarının yaptıkları saha çalışmaları, şeflik kurumunda ve tapınçlarında fazla bir değişiklik olmadığını ve özellikle de ilkel ideolojinin temel araçları sayabileceğimiz simgeleştirmenin birkaç ufak ayrıntı dışında önemli değişikliğe uğramadığını gösteriyor. Küçülmüş bir dünyada tümüyle korunma güdüsü ve ulu bir koruyucudan şefkat beklentisi nasıl açıklanabilir; bir diğer soru.

Antropoloji şefliğin/liderlik/reislik kurumunun fetişleştirilmesini “insancıl” bir durum olarak ele alır. Bu nedenle Freud tek tanrının zorunluluğunu ve koruyucu baba kavramının bu bağlamda ele alınabilecek bir kurum olduğunu ileri sürer. “Yani şunu demek istiyoruz ki, bir tek büyük Tanrı’nın bugün var olduğuna değil, tersine ilk çağlarda bir kişinin yaşadığı ve o vakitler insanların gözüne aşırı önem ve büyüklükte görünen bu kişinin sonradan insanların belleğinde Tanrılık aşamasına yüceltilerek dönüp geldiği inancındayız.” Freud’un bu satırları yazarken yalnızca yaşadığı çağın krallarını ve şeflerini dikkate aldığını söylemek neredeyse olanaksız. Dolayısıyla kişiyi putlaştırma yalnızca “eski çağlarda” olup biten bir olgu değil. Ne var ki bu durum, “uygarlaşma” ile birlikte ortaya çıkan şekilsel simge değişikliklerinin de desteği ile kendisini gizlemeyi kimi zamanlarda başarabilirken, günümüzün “ilkelleri”, sanıldığının aksine yaşamlarını daha net çizgilerle ortaya koyduklarından, durum bir kültürel unsur olarak açığa çıkıyor.

Bu bağlamda put için sorun, ürettiği “ideolojinin” ve ideoloji üzerinden oluşturulan bağımlılığın, mitin zedelenmesi ile zayıflaması ve çöküşe geçmesidir. Toplumsal gerilimin bulunduğu yerde göreve çıkan “mit” birebir kendisine bağımlı bir erk aracı yaratmakta gecikmez. Böylece birey ya da bireylerden oluşan topluluk bu “mit”le tanımlanan görevi üstlenen aracılar olarak diğerleri üzerinde de erk ya da zor kullanma hakkının sahibi olacaklardır. Bu şekilde “yükümlenmiş” kişi ve kişiler bu hakka sahip oldukları andan itibaren “mit”in görev aracı değil doğrudan “mit”in öznesi ya da “mit”in kendisi olurlar. Kuşkusuz bilinmez ve çoktan unutulmuş geçmişten alınan güç, reaya konumuna indirgenmiş ve hep öyle kalması istenen “diğerleri” için baş edilmesi zor özellikleri içerir. Öz aynı kalmak kaydıyla sürekliliği ve bu süreklilik içinde yenilenebilir olması, “diğerlerinin” gözünde bu olgunun vazgeçilmezliğini ya da zorunluluğunu vurgulayan önemli bir özellik olarak kendisini gösterir. Böylece ortaya çıkan yabancılaşma, erkin nedenselliğinin sorgulanmasını ve ona karşı direnilmesini kesin bir şekilde engeller. Bugün mülkiyetin bir mit olarak sunulmasını bu kapsamda ele almak olanaklıdır. Korunması zorunlu olan “mülkiyet miti” onu korumakla görevlendirilenlerin ya da bu görevi üstlenenlerin başlıca dayanağıdır ve bu görevi üstlenenler tıpkı “ilkellerde” olduğu gibi güçlerini ve dolayısıyla varlıklarını bu mite borçludur.

Malinowski der ki:“Sözün kısası, mitin işlevi geleneği daha güçlü kılmaktan, ona daha büyük bir saygınlık ve değer vermekten ibaret olurken onu daha doğaüstü bir niteliğe sahip daha yüksek, daha iyi bir başlangıç gerçekliği düzeyine çıkarıyor. Demek ki mit tüm uygarlıklar için kaçınılmaz olan bir harç oluşturuyor. Daha önce gördüğümüz gibi (fetiş/mit ideolojisi) sürekli bir yenilenme yolundadır; tüm tarihsel değişimler yeni bir mitolojiyi doğuruyor ama bu tarihsel olguya dolaylı olarak bağlanıyor. Mit mucizelere gereksinim duyan canlı bir inancın, daha öncekilere gereksinim duyan toplumsal bir durumun ve bir cezayı gerektiren moral bir kodun değişmez alt-ürünüdür.”

Burada tekrar anımsatılması gereken önemli bir nokta, mitlerin erksel işlevselliğinin ancak insanların yabancılaşması ile bağlantılı olduğu ve bu işlevselliğin niceliğinin bu yabancılaşmanın niteliği ile doğru orantılı olduğudur. Sürekliliğin sağlanması zaman bağımlı bir unsur olduğundan bu ideolojik yapılanmanın en önemli hedefinin, tüm zamanlı argümanları sunması ve kesintisizliğin sağlanması olduğu düşünülmelidir. Bir kralın yerini diğerinin alması, bir liderin yoksunluğunun aynı mite yaslanmış başka bir lider yaratılarak telafi edilmesi ya da bir önderin yok olan vücudunun, onun etrafında yaratılan efsanelere ululuğa sırtını yaslayan ve buradan erk gücü almaya çalışan ikincil önderlerle yerine konulmaya çalışılması… Ama ne olursa olsun erkin hep -az ya da çok- mitle korunmaya çalışılanın elinde olması… Ve kayıtsız şartsız hepsinin ortak yöntemi “zor” olmaktadır. Lider mülkü korumak üzere atanmakta ya da seçilmekte kimi zamanda tepeden inmektedir, ne var ki zor kullanımının niteliği hiç değişmemektedir. Lider için önemli olan bir diğer unsur “kendisine bahşedildiğini” düşündüğü “kutsal görevlerini” yerine getirebilecek kadar -ya da ideolojinin işlevliliğini sürdürebilecek kadar- güçlü olması, en azından topluluk için öyle görünmesidir.

Sorun kurgudur! İdeolojinin kurgulanmasının da “sürdürülebilir” olması önemlidir; iktidarın sürdürülebilir olması buna bağımlıdır Liderin bu ve benzeri yollarla korunması (tabu) artık devletin varoluşundan ayrı düşünülemez. Lider=devlet! Lider bu bağlamda herhangi bir kişiden çok “kutsal bir kurum” olarak ele alınmaktadır. Böylece onun korunması (tapını bir korunma yoludur) tanrının ve devletin korunmasıyla da eş anlamlı olmaktadır. Tebaası da bu şekilde kendine, kendisi için yabancılaştırıcı bir unsuru yeniden üreterek katkıda bulunmakta (!) tanrı-krala bağlı varlığını ve geleceğini bir şekilde garanti altına almaktadır.

Freud ne demiş: “Kralları eğer tanrılarıysa, koruyucuları olduğunu göstermek zorundadır, diye düşünürler; ve artık kendilerini korumak istemediğine göre de, bu işi yapmaya daha istekli başka birine yerini bırakması gerekir. Fakat kendisinden beklediklerini yerine getirdiği sürece, ona gösterdikleri ihtimamın sınırı yoktur, ve onu da aynı gayretle kendi kendisine ihtimam göstermek zorunda bırakırlar.” Sonuç itibarıyla itibardan tasarruf edilmemesinde tebaa/reaya açısından hiçbir sorun yoktur, aksine beklenti zaten bu yöndedir! Niteliğini kaybeden örgütsel ya da devletsel gücü azalan, ya da “ulu önder” olamayacağı anlaşılan liderlerin, şeflerin ya da kralların iktidardan uzaklaştırılmaları bir gerçekliktir. Sorun erkin ya da egemen gücün kendisini korumak için yaptığı toplumsal deneyler değil insanların bir ulu öndere gereksinim duymalarının sağlanmasıdır. Ya da tapınmanın gereksinim olduğu sürece devam etmesi!

“Organizmacı” olarak ta tanımlanan toplum bilimciler ve tarihçiler, devletlerin, krallıkların ya da imparatorluklarında tıpkı canlılar gibi doğacağını, gelişip büyüdükten sonra yıkılacağını-öleceğini ileri sürerler. Devlet varlığının canlı organizma ile özdeşleştirilmesi, bir metafor olarak yaklaşımın da ötesinde, onu tanrısal bir varlık olarak kutsallaştırıcı yaklaşımları da içerir. Bir “doğa yasası” olan doğum ve ölümün, devlet gibi soyut bir kavrama yüklenmesi, onun da tıpkı yeryüzündeki tüm canlılar gibi tanrısal bir gücün yaratıcılığı bağlamında ele alınmasını getirir. Böylece erk devlet için, devlet ise tebaa için bir yazgı olacaktır. Lider bu dizgede yalnızca yazgılardan doğan zorunlu yasaların tanrı adına uygulayıcısıdır. Her katliamın ardından duyar (ve kanıksar) olduğumuz “kader planı” denen “şeyde” budur. Öyle ki bu “uygulama işi”, daha öncede söz ettiğimiz gibi erk sahibinin alabildiğine yabancılaşmasını mutlak olarak beraberinde taşır (ne var ki ezilenlerden çok farklı bir şekilde!) bakın o pek sevilen İbn-i Haldun bu “duruma” nasıl destek çıkıyor: “Başkan olan kimse de, baskı gücünü ortaya koyarak, halkı kendisine boyun eğdirme ve halka ‘’hükmetme’ işini, başkalarının kendisiyle paylaşmaya kalkmalarını önler. Başkan olduğu zaman ‘tanrılaşma’ huyu belirir insanda. Bu huy zaten insanın doğal yapısında vardır. Kaldı ki devlet politikası da ‘hükmedenin’ tek olmasını gerektirir. Çünkü ‘hükmeden’ çok olursa kamu düzeni bozulur. Sonuç olarak başkan, gücü yettiğince tek egemen olarak bulunur devletin başında. Egemenliği topluluktan hiçbirine bırakmaz… O zaman başkan, egemenlik yönünden ‘ulu’ olmakta tek kişi olur. Başkalarının bu ululuğu kendisiyle paylaşmasına izin vermez.”

Yüzyıllar öncesinden destek alıyor olmalı; İÖ 4.yüzyılda yaşayan Platon için sorun yaratılışla birlikte başlıyordu. İnsanlar daha doğarken önderliğe yazgılıydılar Platon’a göre. Toplum için önemli olan kendisine önderlik edecek kişiyi araştırıp bulmaktı. Bu aynı zaman da önderinde göreviydi, çünkü devlette devamlılığın sağlanması, tanrının gücünün ya da mutlakıyetinin pekiştirilmesi anlamını da gelmekteydi: “Sizi yaratan tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar… Tanrı, her şeyden önce, önderlere, doğan çocuklara iyi bekçilik etmelerini, içlerine bu madenlerden hangilerinin katılmış olduğunu dikkatle araştırmalarını buyurmuştur… mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik edeceği gün şehrin yok olacağını Tanrı buyurmuştur.”

Önderlik için oldukça pragmatik olan bu yaklaşımla, önderin tebaasını altın özlü olduğuna ikna etmesinin kolay olduğunu görüyoruz. Günümüzde ikna gücü ya da doğuştan karizma gibi birtakım garip kavramlarla nitelemenin temelinde ya da kriz veya “kritik” durumlarda eski önderlerin soyundan gelenlerde umut aranmasında buna benzer bir düşünce mi yatıyor diye de düşünmeden edemiyoruz. Platon’un çağdaşı sayabileceğimiz Aristo’da konuya benzer bir retoriği kullanarak yaklaşıyor ve bir adım daha ileri giderek üstün yetenekli insanlar için eşitlik gibi bir kavramın ele alınamayacağını, hatta bu kişileri devletin bir parçası dahi sayılamayacağını, onların doğrudan devletin üstünde olması gerektiğini ileri sürüyor. Tıpkı Platon’un altın özlü insanları gibi, Aristo’nun bu üstün insanları önderliğe yazgılıdır: “Erdem ve siyasal yetenekçe o kadar üstündürler ki, onları geri kalanlarla yalnızca eşit olmaya layık görmek adaletsizlik olur. Böyle birisinin insanlar arasında bir tanrı sayılması akla yatkındır. Amacını tartışmakta olduğumuz yasama kararları, açıktır ki bu gibi durumlara ilişkin değildir; çünkü yasalar doğum ve yetenekçe eşit olanları bağlar; bu olağanüstü kişileri yönetebilecek yasa yoktur.”

Fetişleştirme her türlü (seçimli, seçimsiz vs.) monarşiyi meşru kılar, onun tek iyi yönetim şekli olduğunu, günümüzün pek sevilen söylemiyle subliminal şekilde dayatır. İdeoloji bu kişilerin yasalara olan üstünlüğünü meşrulaştırma gayreti içindedir. Böylesine bir üstünlüğe sahip olan kişinin iyi niyetine ve erdemlerine kalmış bir yönetim model paradigmalaştırılır. Özetle; liderliğin korunması için yeni bir tanrı kurgusuna yeni bir ideolojiye gereksinim vardır.

[İmparator ilan edilirken “aristokrat olmadığı” eleştirisi yapılan Napolyon “benim aristokratlığım benimle başlar” yanıtını verir. ]

Genel olarak “feodal çağ” diye de tanımlayabileceğimiz yüzyıllarda otorite, tanrıdan alınan güçle -giderek kişiyi tanrısallaştırması kaydıyla-, egemen olduğu topraklar üzerinde hemen her konuda tek yetki sahibiydi. Onun yetkisinin sona erdiği yerde ise tanrı bir diğerini görevlendirmiş oluyordu! Hukuk kaynağı yalnızca dinsel geleneklerle şekillenmiş “örf”tü ve Bloch’un dediği gibi “hükümdarlar bile, artık yasa koyarlarken, sadece örfü yorumladıklarını savunmaktaydılar.” “Örfü yorumlama” durumunun onu yorumlama hakkına sahip olan erki nasıl bir güçle donattığını tahmin etmek olası. Daha da önemlisi örfü yorumlayarak hükmetme yetkisinin genişliğinin ayrımına varmak. Bu durumun, adı ne olursa olsun tüm örgütlenmelerde, yönetimin devamlılığının sağlanması için çoğu kez uygulanan bir yaklaşım olduğunu biliyoruz ve yüzyıllar sonra bile benzer yönelimleri görebiliyoruz. Bu durumu, bir tür ast üst ilişkisi olarak değerlendirmekte mümkün. Bu ilişki böylesine bir dayanakla sağlanınca artık alttakini zorla ya da ikna yoluyla egemenlik altına alıp yaptırım uygulamak olanaklı hale gelebiliyor. Feodal çağın “sürekliliğinin” sağlanmasında bu örf yorumunun -ya da böyle bir hukukun- etkili olduğu düşünülebilir. Bu biat durumunu korunması içinde önemliydi ve eğer bu ilişkide bir zedelenme olacak olursa biat, bir üst biat şekline dönüştürülüyor ve buna da yine kutsallığa doğrudan gönderme yapılarak “mutlak biat” adı veriliyordu.

Böylesine etki alanının genişlemesi ve bu alanın kutsallıkla –din- donatılması ve onaylanması, yöneticiler ve hatta lider dışındaki tüm sınıfların her türlü özgürlüklerini daha doğdukları andan itibaren tanrı adına gasbediyordu. Bu ilişki türünde “zor”, egemen olan tanrının adlarından biriydi ve bu ilişki türü kutsal ideolojiyle, dogmayla pekiştiriliyordu.

Bu alt bölüme ara verelim, şimdilik…

yüzüncü yıldan manzaralar 8

TV muhabiri artık yoksulluk-sefalet pornosuna dönüşmüş bu tarz röportajlardan birinde halinden, üstünden başından yoksul ve aç olduğu anlaşılan oldukça yaşlı görünümlü bir kadına yol cadde üstü lokantalarının menü listesinin önünde emekli maaşlarına yapılan yüzde beşlik zam hakkında bir soru soruyor: “Bugün yattı” diyor kadın ekliyor “Allah ondan razı olsun.” “Ne kadar yattı” diye soruyor muhabir bu arada kameraman arkadaki listeyi gösteriyor; çorba 140 TL olmuş, döner 320 TL… “200 lira” diye yanıtlıyor ve tekrarlama gereği duyuyor “Buna da şükür… Allah ondan razı olsun.” Bu “söyleşi” sürerken görüntüye girme çabası içinde bir başka yaşlı gözümüze çarpıyor ve “çabasının” nedenini açık etmekte gecikmiyor. Belli ki yoksulluğun ve yoksulluğunun görüntülenmesinin iktidar karşıtı bir hareket olduğu düşünüyor. Yoksulluğunun, sefaletinin ve hatta zekâsının çapında durumdan görev çıkarıp iktidarı/liderini savunma çabası içinde; düzgün olmayan birkaç cümlenin ardından sözlerini/savunusunu şöyle sonlandırıyor: “Onu size yedirmeyiz. Bizim için önce Allah sonra O…”

*

Sefalet yoksulluk ve açlık… Günden güne ve hatta saatten saate derinleştiğini görüyoruz. Her geçen zaman birimi öncekinden kötü… Diğer taraftan sefaletin, yoksulluğun, açlığın derinleşme ve topluma yayılma hızı ile biat hızının, teslim olma hızının, koyunlaşma hızının başa baş gittiğini görüyoruz ve göreceğiz, görmeye devam edeceğiz; acaba diyorum meseleyi kavrayabilmek için sosyolojiye, antropolojiye, psikolojiye, vesairelojiye başvurduğumuz kadar ırkçılık, kibir gibi suçlamalardan korkmayıp örneğin “kültürel genetik kodlanma” ya da IQ/EQ gibi şeyleri de tartışmamıza katmalı mıyız?

…ve Marx diyor ki

“Fiziksel şeyler arasında fiziksel bir ilişki vardır. Ama metalarda bu farklıdır. Şeylerin, ki bu metaların varlığı, ve bunlara meta damgasını vuran emek ürünleri arasındaki değer-ilişkisi ile bunların fiziksel özellikleri ve bu özelliklerden doğan maddi ilişkiler arasında mutlak olarak bağ yoktur. Burada insanlar arasındaki belirli toplumsal ilişki, onların gözünde şeyler arasında düşsel bir ilişki biçimine bürünüyor. Bu nedenle, benzer bir örnek vermek için, din âleminin sislerle kaplı katlarını dolaşmamız gerekir. Bu âlemde, insan beyninin ürünleri, bağımsız canlı varlıklar gibi görünür ve hem birbirleriyle hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler. İşte metalar âleminde de, insan elinin yarattığı ürünler için durum aynıdır. Emek ürünlerine meta olarak üretildikleri anda yapışıveren ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması olanaksız olan şeye, ben, fetişizm diyorum… metalardaki bu fetişizmin kökeni, bunları üreten emeğin özel toplumsal niteliğindedir.”

-devam edecek-

View all posts

QOSHE - Çöküşe Rıza (5) - Tolga Ersoy
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Çöküşe Rıza (5)

21 7
10.02.2024

devlet…

“Devlet basit bir hesap hatasından başka bir şey değildir. İnsanlık tarihinin en uzun sürmüş, en gaddar ve en korkunç hesap hatası…” (Paul Martin)

şair diyor ki

1947 yılında Nazım “yüz milyonlarcasın” ve “akrep gibisin kardeşim” diyordu; evet bundan yetmiş yedi yıl önce ve devam ediyordu: “Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani/hani şu derya içre olup/ deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf. / Ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende. /
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin,/ — demeğe de dilim varmıyor ama — / kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”

Bursa cezaevinde 1949’da yazdığı “Ellerinize ve Yalana Dair” başlıklı şiirini nasıl bitirdiğini anımsayalım: “Yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ay ışığı, /ses yalan söylüyorsa, /söz yalan söylüyorsa, / ellerinizden başka her şey / herkes yalan söylüyorsa, / elleriniz balçık gibi itaatli,/ elleriniz karanlık gibi kör, / elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, / elleriniz isyan etmesin diyedir. / Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız / bu ölümlü, bu yaşanası dünyada / bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”

Yaşantımız boyunca herhangi bir anımızda bu şiirleri okuyunca, dinleyince benzer gerçekliğe dair aynı duyguları yaşıyorsak acaba bu durum yalnızlığımızı ve çaresizliğimizi örnekliyor olabilir mi?

sürdürülebilir tehdit

Birkaç deyim –diyelim-: “ne kadar ekmek o kadar köfte” ya da “sen benim sırtımı kaşı bende seninkini”. Yok, durum böyle özetlenemez iktidarın depremzedelere yönelik tehdidi; çok çok daha ötesi. İktidar diyor ki “sen bana kayıtsız şartsız biat et, elbet bende senin önüne birkaç kuruş atarım” Post modern kölelik hukukunun çokça maddesinden yalnızca biri! Emekçiye yapılan ”zamlarda” olduğundan hiç de farkı yok bu bağlamda depremzedeye söylenen sözlerin. Ne var ki tıpkı, örnek olsun “emekliler” meselesinde olduğu gibi depremzedelerden de iktidarın beklediği karşılığı bulabileceğini düşünüyorum. Netekim; NoktaHaberYorum’da yayınlanan, yanlış anımsamıyorsam “Ben Demiştim Tekrar Tekrar” başlıklı yazımda da gösterdiğim gibi depremden sonra deprem illerinde iktidarın aldığı oy oranının önceki seçimlere göre arttığını göstermiştim. Üstelik bugün iktidarın tehdidine hedef olan Hatay / Antakya bölgesinde bile durum neredeyse benzerdi…

Bunun bir dil sürçmesi olduğunu kimse söylemiyor; doğal olarak iktidar sonuçtan emin… 12 Eylül projesinin başarısını gösteren ehlileştirme müdahalesi tamamlanmış gözüküyor. Ben yaştakiler (60) anımsar; bundan otuz küsur yıl önce 12 Eylül artığı, halkımızın coşkuyla teveccüh ettiği bir “liderde” –ki kendisinin çöküş yolundaki çokça misyonlarından birisini ülkede hırsızlığı yolsuzluğu rüşveti meşru kılmak, bir diğerini anayasayı ihlal edebilmenin sorun oluşturmamasını meşru kılmak olduğunu ve bu misyonun halk tarafından sorgusuz sualsiz kabullenildiğini ve bu kabulleniş halinin toplumsal dejenerasyona / çöküşe bir onay anlamına geldiğini de anımsatalım- benzer bir tehdidi yapmıştı ama pek tutmamış ve “muhalefet” kazanmıştı; kazanabildiği kadar! Halkın bu tepkisinin devlet için uyarıcı olduğunu ve ardından “çöküş” amacına ulaşmak için de “gerekli” tüm müdahalelerin yapıldığını yaşayarak öğrenmiş bulunuyoruz.

seçime doğru

Adaylar üzerinden bir seçim analizi yaparsak, kuşkusuz “indirgemeci” bir yaklaşım olacak (!), seçim iktidara yandaş müteahhitler ile muhalefet belediyeye yandaş müteahhitler arasında geçecek… Bu “işin” meşruiyeti ise “seçmen” güruhunun katkısı ile sağlanacak. Adı seçim!

Altını içerek iddiamı tekrarlamak istiyorum: muhalefet seçimi kaybedecek. Yazgı! Muhalefetin farklı bir beklentisi olduğunu da düşünmüyorum; üstüne üstlük en iddialı olduğu yerlerde bile, kale tabir edilen, seçimin onlar adına da kaybedilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Ara not: bizler için her “seçim” kaybedilmiştir, çoktan, en başından beri kaybedilmiş seçim, seçimlerdir. Seçim sömürülenler için kaybetmenin meşru kılınmasının adıdır.

Tekrar: TBMM muhalefeti çöküşün payandasıdır; milletin vekili olarak milletin çöküşe gösterdiği rızaya onlarda katılmaktadır.

kutsallığın inşası üzerine birkaç satır 3

Sosyoloji ve antropolojinin ve psikolojinin yanıtlayacağı bir soru; neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan fetiş ideolojilerine bu gücü veren nedir? Kuşkusuz binlerce yıllık süreç içinde dünyaya ve evrene ilişkin kavramlaştırmalarda önemli değişiklikler olmuştur ancak bilim alanlarının yaptıkları saha çalışmaları, şeflik kurumunda ve tapınçlarında fazla bir değişiklik olmadığını ve özellikle de ilkel ideolojinin temel araçları sayabileceğimiz simgeleştirmenin birkaç ufak ayrıntı dışında önemli değişikliğe uğramadığını gösteriyor. Küçülmüş bir dünyada tümüyle korunma güdüsü ve ulu bir koruyucudan şefkat beklentisi nasıl açıklanabilir; bir diğer soru.

Antropoloji şefliğin/liderlik/reislik kurumunun fetişleştirilmesini “insancıl” bir durum olarak ele alır. Bu nedenle Freud tek tanrının zorunluluğunu ve koruyucu baba kavramının bu bağlamda ele alınabilecek bir kurum olduğunu ileri sürer. “Yani şunu demek istiyoruz ki, bir tek büyük Tanrı’nın bugün var olduğuna değil, tersine ilk çağlarda bir kişinin yaşadığı ve o vakitler insanların gözüne aşırı önem ve büyüklükte görünen bu kişinin sonradan insanların belleğinde Tanrılık aşamasına yüceltilerek dönüp geldiği inancındayız.” Freud’un bu satırları yazarken yalnızca yaşadığı çağın krallarını ve şeflerini dikkate aldığını söylemek neredeyse olanaksız. Dolayısıyla kişiyi putlaştırma yalnızca “eski çağlarda” olup biten bir olgu değil. Ne var ki bu durum, “uygarlaşma” ile birlikte ortaya çıkan şekilsel simge değişikliklerinin de desteği ile kendisini gizlemeyi kimi zamanlarda başarabilirken, günümüzün “ilkelleri”, sanıldığının aksine yaşamlarını daha net çizgilerle ortaya koyduklarından, durum bir kültürel unsur olarak açığa çıkıyor.

Bu bağlamda put için sorun, ürettiği “ideolojinin” ve ideoloji üzerinden oluşturulan bağımlılığın, mitin zedelenmesi ile zayıflaması ve çöküşe geçmesidir. Toplumsal gerilimin bulunduğu yerde göreve çıkan “mit” birebir kendisine bağımlı bir erk aracı yaratmakta gecikmez. Böylece birey ya da bireylerden oluşan topluluk bu “mit”le tanımlanan görevi üstlenen aracılar olarak diğerleri üzerinde de erk ya da zor kullanma hakkının sahibi olacaklardır. Bu şekilde “yükümlenmiş” kişi ve kişiler bu hakka sahip oldukları andan itibaren “mit”in görev aracı değil doğrudan “mit”in öznesi ya da “mit”in kendisi olurlar.........

© Nokta Haber Yorum


Get it on Google Play