Çaresizlik mi, Yoksa?!

"Şayet bir gün, çaresiz kalırsanız, bir kurtarıcı beklemeyin.

Kurtarıcı kendiniz olun!"

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, NUTUK

...

Çözüm denilen süreç'de;

PKK ve Türkiye Cumhuriyeti arasında barış görüşmelerinin resmen başlaması,

TBMM tarafından kabul edilmişti.

O gün bu tasarıya "evet" diyen 237 milletvekili,

"Başka çare yok" diye, ülkemizin bölünmesi için onay vermişlerdi.

Oysa;

"Savaşı kazanmadan veya kazanacağını karşı tarafa hissettirmeden yapacağın,

Barış anlaşması değil, teslimiyet olacaktır.

'Başka çare yok' demek, çaresizlikten,

Karşı tarafın kazanacağını kabul etmek demektir.

Yani?!

Bükemediğin bileği öpmektir."

Nitekim...

Bu onay;

PKK-Türkiye çatışması karşısında çaresiz kalındığı,

Mevcut olmayan ayrılıkçılığın kabul edildiğinin açıklanması idi.

Başka?!

Bu onay;

PKK'nın kazanacağını kabul etmek,

PKK'nın arkasında bırakılanların dışındaki diğer vatandaşlarımız için

Can teminatı dışında bir şey istenmeden,

Koşulsuz görüşmelere başlanması suretiyle,

SEVR gerçeklerine doğru yolculuğun başlaması'ydı.

Hal böyleyken...

Kürt kardeşliği için umutlu olanlarımız,

PKK gibi kanla beslenen örgütle işbirliği yapanlarla

Birlikteliği kabullen(e)meyecekti.

Zaten PKK da, kısa bir süre sonra deyim yerinde ise anasının nikahını isteyecekti.

Uluslararası komisyonlara, referandumlara, otonomiye, federatif yapıya,

Nihayetinde Cumhuriyetin yargılanmasına varılacaktı.

Sonuç, ayrı telden çalan insanların ayrışması olacaktı.

Çünkü gerçek kaynaşmanın inkarıdır.

Gelinecek noktada;

Her şeyi çift olarak düşünmek,

Birliktelik olan hususları çözüme uydurarak,

İki parçaya döndürme aşamasını;

Sosyal, ekonomik ve siyasi boyutlarda düzenlemek zorunda kalacaktık.

Nüans?!

İkilemlerle birlikte hassaslaşacak uluslararası haklarımızın peşine düşecektik.

Yerel yönetimler, yerel ordular ve yerel polis, yerel mahkeme derken;

Yeni komşular ile yüz göz olacaktık.

Arada, otonomi veya eyalet olgularında yaşayarak geleceğimiz noktada,

Ülkemizin batısında, Sevr'i aratacak çözümü de tartışmaya başlıyor olacaktık.

Demem o ki:

"Unutulmaması gereken, savaşta en kısa yol, gerçekleşmesi mümkün olan yoldur.

Görünen kısa yol, gerçekte başarıya giden en uzun ve tehlikeli yoldur."

O süreç'te kafalarda oluşan sorular şöyleydi:

Devlet, PKK'ya neden teslim oldu?!

Devletin bekası için mücadeleden neden vazgeçti?!

Kürt vatandaşlarımızı PKK'nın idaresine ve insafına niçin bıraktı?!

Ayrışmayı önleyecek tedbirler hala mevcutken, bu tedbirler niçin alınmıyor?!

Bu kapsamda bir diğer soru şu'ydu:

Madem ortada bir savaş var,

Bu savaşı kazanmak yerine

Neden "ver, kurtul" gibi kısa yol tercih ediliyor?!

Ülkenin her yerinde binlerce Kürt vatandaşı sorunsuzca yaşarken..

Devletin her organında onbinlercesi görevli iken..

Mal ve can güvenliği endişesi yokken..

Bir terör örgütü karakol ve köy basıp savaş başladı deyip..

40 bin insanın ölümüne neden olup..

"Hadi barış yapalım, daha fazla ölmesin" deyince..

"Peki" deyip, "senin dediğin olsun" ne demek?!

Hasılı:

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün dediği gibi;

"Şeref ve haysiyetin koruyamadığı hatları,

Hiç bir kuvvetle koruyamayacağımızı unutmamalıyız."

Hiçbir tedbirin ve hiçbir tavizin bizi kurtaramayacağı duruma düşmemeliyiz.

Yönetenlerin çareler düşündüğüne,

Çaresizlik içinde hareket etmediklerine inanmak, hepimizin hakkıdır.

"Harbin değişimi, stratejilerde de değişimi gerektirmiştir.

Değerlerin bir tarafa bırakılarak, ortaya çıkan duruma uygun,

Ancak geleneksel barışçıl düşüncelerle çelişen

Faaliyetleri kapsayan çözümlere yönelinmiştir.

Her yoğunluktaki çatışmalar bu prensiplerle yorumlanamaz,

Koşullara uygun tedbirler alınmazsa,

Devletlerin bile istikrarlı bir politik varlık olarak ayakta kalmasına imkan yoktur."

Cevap'ı aranan sorular şunlardı:

Ordu, niçin gerekli tedbirleri almıyor?!

Askeri çözümlerden neden uzaklaşılıyor?!

Elcevap:

"Askeri başarı belirsizleşmiştir.

Klasik orduların kazanma şansı çok azalmıştır.

Ordular zayiat verirken, hedef gruplar zafer kazanırken,

Ordu karşı tarafa zarar verirse,

Savaş suçlusu durumuna düşmekte,

Orantısız güç kullanmakla eleştirilmektedir.

DYÇ katılan ordular klasik durumuyla bir avdır, hantal bir yapıdır.

Başarısız olacağı kesindir.

Ordular için DYÇ bir kâbustur."

Netice:

Terör grupları için koşulların bu denli elverişli hale gelmesi,

Dünya barışını da tehdit etmektedir.

Barış zamanı, rekabet seviyesinde cereyan eden çatışmalarda,

İki Dünya Savaşında ölenlerin iki katı kadar hatta daha fazlası hayatını kaybetmiş,

20 katı kadar insan zorunlu göçe maruz kalmıştır.

Sonuç:

Taviz ve müsamaha, maraz doğurmuş ve doğurmaya devam etmektedir.

Süper güçlerin politikaları ve stratejileri, küçük devletlerin kaderi olmuştur.

Hal böyleyken...

BM bu sorunu nasıl çözümleyecek?!

ABD ve İsrail'in istediği dünya düzeni, nereye kadar dayanacak?!

Terör grupları, ne zaman tam olarak dışlanacak?!

Çatışmaların barış zamanı rekabetleri şeklinde;

DYÇ ve ekonomik, sosyal tedbirlerle uyuşmazlık aşamasına taşınmadan tutularak,

Savaşın yerini uluslararası ticaret bloklarının oluşumunun alacağı,

Böylece, sürekli barış sağlanacağı şeklindeki görüşler de, doğru değildir!

ABD geçmişte olduğu gibi; kendini sorumluluklardan........

© ngazete