Aşktan başka neyimiz var ki?… |
İkimiz için de kötü anıları olan o sokağa ıssız bir Rum akşamı çöktüğünde, uzak Cihangir’den iki kırlangıç uçardı. Parlayıp sönen iki çelik çizgisi Beyoğlu’na doğru tramvaylarla uzanırdı. Fransız Okulu’nun oralarda bir yerde, gurbete düşmüş yoksul bir kiraz ağacı çığlık çığlığa çiçek açmaya çabalardı.
Karşılıklı yüzümüze ve gözlerimize bakardık. Hepi topu buydu işte. İkimizde de “ben senin olsaydım” bakışı olurdu. Bu bakışmaları taşıyamazdık. Güneş Tophane’de ince ince batarken, eski gemilerimiz yavaş yavaş çürürken, deniz dibi yosunlarla dolarken bu bakışmaları taşıyamazdık…
Çok kavunlar ve çok beyaz peynirler yiyorduk. Çok içkilerin içildiğini ve çok utançların unutulduğunu biliyorduk. Unutuluyordu ama bir yandan da düşündürüyordu. “Aşk artık yok” deniyordu. “Sevgiler hep alınmış” deniyordu.
Oysa biz kimlerin büyüdüğünü ve kimlerin nerede küçüldüğünü biliyorduk.
O süzülmüş acıları ve hepsi de bize göre biçilmiş kapıları, tarlaları biliyorduk.
Acıların dağlardan neyi arıttığını biliyorduk. Yazmanın süresiz ertelendiğini, aydınlığın az süreceğini, eski kapılar yerinde durup dururken, sevgi, saygı ve biraz da korkudan, onları açmanın süresiz ertelendiğini de biliyorduk.
Manolyalar gizlice ürperiyordu. Dal uçlarını bilinmez bir meltem yokluyordu. Nedensiz bir kovulmanın sonunda savrulduğumuz körfezde, amansız bir aşktan artakalmış vahim bir yalnızlığı dinliyorduk.
Mevsimi geliyordu. Sular erken kararıyordu. Yıldızların her biri bir........