Kurumuş, otsuz ve sapsarı bir arazi. Suyu çoktan bitmiş bir derenin son sularının yarattığı küçük bir çamur gölü. İşte tam bu çamur gölünün kıyısında karşılaştılar. Kısa boylu, elleri dizlerinden aşağıda, çıplak, çıkık alınlı ‘maymun adamlar’. Hayatta kalabilmek için bu çamurdan başka yaşayabilecekleri hiçbir yer yoktu ve buraya sahip olabilmek için ölümüne savaşmak zorundaydılar.
Savaştılar. Çakmak taşından yapılmış baltalarla, kemikten yapılmış bıçaklarla birbirlerinin gırtlaklarını kestiler. Gözlerini oydular. ‘Ay Gözcüsü’ kabilesi öteki kabileyi bire kadar kırdı ve savaşı kazandı. Ötekiler ölmüştü, onlar yaşayacaklardı. Ay Gözcüsü kabilesinin şefi, elindeki kemiği sevinçle havaya fırlattı. Gırtlağından yükselen harfe dökülmemiş seslerle zafer narasını patlattı. Çok iri bir aşık kemiği döne döne havaya yükseldi, sonra da aşağı inmeye başladı. Süzüldü, yavaşladı, havada adeta asılı kaldı ve ansızın binlerce yıldız arasından bir ışık seli halinde geçen, görkemli bir uzay gemisi oldu…
Bizler, yani sinema koltuklarında oturmuş, o güne kadarki belki de en büyük ‘jump-cut’ olan bu ‘zaman mekan kesmesini’ izleyen sinema seyircileri de yerimizde adeta asılı kaldık. Biraz önceki ‘maymun adamların’ yerini alan iki astronotu hayretle izlemeye başladık. Niçin o kadar sessizce konuşmaya çalıştıklarını merak ettik. Sonra ansızın onu gördük. Onu, HAL’i gördük. Belki de uzay gemisinin ta kendisi olan dev bilgisayarı gördük. Dehşetle fark ettik ki, HAL uzayın o mutlak sessizliğinde birbirleriyle fısıltıyla konuşmaya çalışan iki astronotun dudak........© Muhalif