Belagat, Arap Edebiyatında bir sanattır ve “Mukteza-i hale göre ( yaşanan duruma göre) söz söyleme” sanatı olarak tanımlanır. Sözün yerinde ve adamına göre söylenmesini ifade eder. Nitekim Kur’an’da da bu edebî sanatın bir araç olarak kullanıldığı, dolayısıyla ayetlerin nüzul sebeplerinin ve nüzul ortamının dikkate alınarak şartlara ve duruma göre mesajların verildiği görülmektedir. Bu nedenle Kur’an’da yerel ve tarihsel olaylara yer verilmekte ve bunlar üzerinden insanlara evrensel mesajlar sunulmaktadır. Böylece bilinenden bilinmeyenlere gidilen bir yöntemin uygulandığı anlaşılmaktadır. Nitekim cennet tasvirleri, bu dünyada insanların bildiği, sahip olmayı arzu ettiği güzel bahçe örnekleri ile tanıtılmakta, cehennem tasvirleri ise, ateş ve türevleri üzerinden örneklendirilerek verilmektedir.

Bilindiği gibi üslup, “tarz, yol, biçim” demektir. Kur’an’ın üslubu denince, Kur’an muhtevasının ifade ediliş tarzı kastedilir. Bu muhtevada mümin müjdelerken kâfir inzâr edilir, helâle teşvik edilirken haramdan sakındırılır. Konu içinde konu anlatır. Kıssa anlatırken hüküm ortaya konur, geçmiş anlatırken geleceğe yönelik bilgiler verilir. Bu nedenle onun üslubu, sınırlı bir dil mantığıyla mukayyet olan beşer ürünü hiç bir kitabın üslubuna benzememektedir. Onun üslubunda eşsiz bir ahenk vardır. Ondaki lafız ve mana dengesinde, edebi türlerden farklı bir mükemmellik mevcuttur. O, öyle bir üsluba sahiptir ki, aynı anda farklı seviyelerde bulunan insanlara hitap edebilmektedir. Onda edebi türler iç içedir ve birbirinin aynı tekrarlar çok yoktur, olanı da azdır. Konu aynı olsa da, üslup farklıdır. Zira beyan tarzında çeşitlilik vardır. Akla ve duyguya dengeli bir biçimde hitap eder. Onun ifâde ve üslûbunda lüzumsuz fazlalıklar yoktur. Söz ve mânâ tam bir uyum ve ahenk içindedir. Lafzını, hem zihin anlar hem de gönül. İfâ­de ve üslubundaki ahenk ve ölçü, insan ruhunu okşamaya, sarmaya ve kal­bini titretmeye başlarken; zihin de, onun ince ve derin anlamlarını kav­ramaya ve anlamaya çalışır. Kur’an’ın temel amaçlarından biri de insanları uyarmak, teşvik etmek ve öğüt vermektir. Bunun için de kıssaları ve darb-ı meselleri amaç olarak değil, bir araç olarak kullanır.

Bu nedenle kıssalar aktarılırken, şahıslar ve tarih değil, olay öndedir. Bu sebeple Kur’an’da yer alan bilgilerde kronoloji yoktur. Dolayısıyla o, insanları, şirkten tevhide, ahlâksızlıktan ahlâka, zulümden adalete, eşitsizlikten eşitliğe, kayırmacılıktan işi ehline vermeye, hissilikten akliliğe, kabilecilikten ümmet anlayışına değiştirmeyi hedefler ve onlara kuralların ve ilkelerin egemen olduğu bir hayatı önerir. Bu bilgiler; bilimsel formüller ve terimler kullanılarak anlatılmaz, Kur’an dili ve üslubu ile sunulur. Onda var olan hayatın bilgileridir.

Hayatın her alanına ilişkin bize rehberlik edecek olan bu bilgiler, bir ayette ve belli ayet grupları içinde yer alır. Bu nedenle insanın huzur ve mutluluğu için prensipler getiren ve bilgiler sunan bu ilahi mesajın; farklı zaman ve mekanlar içinde yaşayan insanların bütün ihtiyaçlarını madde madde sıralayıp muhtevası içine alması ve her maddeye ayrıntılı bir biçimde çözümler getirmesi, hem nicelik hem de nitelik açısından mümkün olmadığından; bu ilahi mesajın çok az kısmı hariç, önemli bir bölümü hatta çoğunluğu, ayrıntılardan uzak, genel ilkeler halindedir. İlahî mesaja ait sadece bu özellik bile onun çağları kuşatıcı yönünü ortaya koyar. Bir çok konu, sembolik bir dil ile anlatılır. Bütün bunlar, Kur’ân’a ait alî üslup özellikleridir ve onun edebi îcazını ortaya koymaktadır. Bu da Kur’an’a özgü bir üslup mantığının bulunduğunu göstermektedir. Nitekim Yüce Allah, kendisine özgü sıfatlarını insanların sahip olduğu sıfatlar üzerinden tanıtımını yapmakta, bilinenden bilinmeyene giden bir üslup kullanmakta, fakat kendi sıfatlarının insanların sahip olduğu sıfatlardan farklı olduğunu özellikle vurgulamaktadır. Nitekim “Ahsenu’l halikin” veya “ Ahkemu’l hakimin” tanımlamalarında bu açıkça görmektedir. Bu ifadesiyle Yüce Allah, “Siz yaratırsınız ben de yaratırım, ama benim yaratmam en güzel olanıdır, ya da siz hükmedersiniz ben de hükmederim ama benim hükmüm en güzel olanıdır”, demektedir.

Bu nedenle Kur’ân’ın Câhilî Arap toplumuna hitap ederken kullandığı dil ve üslûp ile, inanmayanların Kur’ân’a karşı ileri sürdükleri gerekçeler ve buna karşılık Kur’ân’ın onların akıl ve mantıklarına yönelttiği eleştiriler, genel anlamada Kur’an mantığının da özünü oluşturur. Nitekim Kur’an’ın üslubunda hikaye edici, tespit edici, tartışmacı, açıklayıcı anlatım tarzlarına şahit olduğumuz gibi, kural koyucu, yönlendirici, korkutucu ve müjdeleyici anlatım tarzlarına da şahit olmaktayız. Bu nedenle Kur’an’a konu bütünlüğü içinde değil de belli açılardan tek yönlü bakıldığında, onu bir bütün olarak anlama imkanı yoktur. Sadece ümit veren (terğib amaçlı) ayetler ele alındığında, Allah’ın herkesi bağışlayacağı, kimsenin ceza görmeyeceği sanılabilir. Yahut korkutan (terhib amaçlı) ayetleri ele alındığında en küçük suçlardan bile insanların cehenneme gireceği anlaşılabilir. Oysa ümitle korkuyu, rahmetle azabı birlikte ele almak, Kur’an bütünlüğüne ve kuşatıcılığına giden yola girmek demektir. Belagatin “Muktezayı hale göre konuşmak” dediği şey de budur.

Bu açıdan ele alındığında Kur’an’da klasik mantığa (iki değerli) uygun veriler bulabildiğimiz gibi, çok değerli mantığa uygun veriler de bulabilmekteyiz. Nitekim Kur’an’da müminin tek bir tanımı veya mümin Müslüman ayırımı mevcut iken, inanmayanların kafir, müşrik, münafık gibi tanımları mevcuttur. Cumartesi yasağı ile ilgili olarak, yasağa uymayanlar, yasağa uymayanları uyaranlar, uyarı yapanlara niye uyarıda bulunuyorsunuz diyenlerden söz edilerek, Yahudilerin üç guruba ayrıldığı görülmektedir[1]. Benzer durum, Fâtır suresinin 32.ayetinde de yer almakta ve Kitaba mirasçı olan kimselerden bazılarının ona ilgisiz kaldığı, bazılarının orta yol tuttuğu, bazılarının da hayırda öncü oldukları anlatılmaktadır.

Kur’an’ın ana misyonunun ibkâ/tasdik, iptal/tekzip ve ikmal/tashih olduğu dikkate alındığında, Kur’an mantığına bunların da dahil olduğu görülür. Nitekim Kur’an’ın Cahiliye dönemi ve öncesi kültürleri, toptan ret veya toptan kabul etme gibi bir tavır içinde olmadığı, bilakis doğruları kabul, yanlışları ret veya tashih ettiği bilinen bir gerçekliktir. Bir başka ifade ile Kur’an, Cahiliye kültürünü ya ibkâ, ya ıslah ya da ikmal etmektedir. O’nun mantığında bir inkılap anlayışı bulunduğu kadar, tedricilik ve durumsallık ilkesi de bulunmaktadır. İmanî ve ahlaki konulardaki üslupta inkılap mantığının, sosyal konulardaki üslupta ise tedriciliğin ve durumsallığın egemen olduğu görülür. Onun üslubunda kategorik mantık örnekleri bulunduğu kadar, analitik mantık örnekleri de mevcuttur. Onda evrensel ilkelerin yanında, yerel bilgilerin de bulunduğu gerçeği göz ardı edilemez. Buna karşılık onda durumsallığın daha etkin olduğu da bir gerçekliktir. Nüzul sebepleri ve nüzul ortamı dikkate alındığında durumsallığın etkisi, daha iyi anlaşılacaktır.

Ayetlerin övücü, yerici, uyarıcı, alaycı, müjdeleyici, açıklayıcı, tartışmacı, tespit edici, kural koyucu, hikâye edici, örnek verici oluşları, Kur’an’ın maksadını ifade etmekte, maksat ise durumsallığı göstermektedir. Daha açık bir ifade ile bu durum, sebeplerin vahyi şekillendirmesi değil, vahyin sebepleri dikkate alması yönüyledir. Bu nedenle her bir ayetin ifade biçimine ve bağlamına göre övücü, yerici, uyarıcı, alaycı, müjdeleyici açıklayıcı, tartışmacı, tespit edici, kural koyucu, hikâye edici, örnek verici vb. anlatım tarzlarından hangisine uygun olduğunun bilinmesi, ancak nüzul sebeplerinin, kültürel, ekonomik ve politik ortamın/ nüzul ortamının bilinmesi ile mümkündür. Mesela “Öyle ki evlerini bir taraftan kendi elleriyle, diğer taraftan müminlerin elleriyle yıkıyor, harap ediyorlardı. Ey akıl sahipleri ibret alın”[2] ayetinin Benî Nadîr Yahudileri ile ilgili olduğunu ve taaccüp ifade ettiğini anlıyoruz.[3]

Kur’an muhtevasından Allah Teâlâ’nın, kulunun işlerine bazen müdahale ettiğini, fakat çoğu zaman müdahale etmediğini de öğreniyoruz. Şayet kul, kendisine âit olan işleri yapar ve bunu kendisine ait kılarsa, Allah’ın da bu aidiyeti hoş görmediğini; Allah’ın yaptığı şeyleri kendisine ait kılmaya kalktığında da kulunu uyardığını; şa­yet kul, sorumluluktan kaçar ve yap­tıklarını Allah’a ait kılmaya kalkışırsa, o zamanda da Allah’ın, insana sorumlu olduğunu hatırlattığı ve sorumluluktan kaçmamasını önerdiğini anlıyoruz. Mesela, Bedir Savaşı ile ilgili şu ayet, böyle bir mesaj içermektedir:

“Ey müminler! Şunu iyi bilin ki, (Bedir’de) düşmanı öldüren siz değildiniz, onları öldüren asıl Allah’tır. Ey peygamber! (Oku ve taşı) attığın zaman gerçekte onu sen atmadın, asıl atan Allah’tır. Ve Allah bunu da, müminlerin güzel bir imtihan kazanmaları (şerefli bir zafer ve ganimet elde etmeleri) için yapmıştır. Bilin ki, Allah Semî’dir; yardım isteklerinizi ve dualarınızı iştir; Alîm’dir, düşünce ve niyetlerinizi, cânü gönülden savaşıp savaşmadığınızı bilir.”

Bu mesaj da üç yüz kişilik bir ordunun, bin kişilik tam teçhizatlı bir orduyu yenme zaferinin sadece kendilerine ait olmadığını ve bu zaferde Allah’ın yardımının da olduğunu hatırlatılmaktadır. Nitekim Fahreddin Razî, bazı sahabenin Bedir’de öldürdükleri müşriklerle övünmeleri üzerine, Allah Teâlâ’nın bu ayeti indirdiğini nakletmektedir.[4] Dolayısıyla bu ayetin, bir uyarı niteliği taşıdığı anlaşılmaktadır.

Ne var ki İslâm alimlerinin, Kur’an mantığını tespit edip bu mantığa göre Kur’an’ı anlama ve yorumlama yerine, Aristo’nun iki değerli mantığı ile Kur’an’ı anlamaya çalışmaları ve bu mantığı kullanmada bir beis görmemeleri, Kur’an’ı ve İslâm’ı anlamada ciddî sorunlar oluşturmakta ve oluşturmaya da devam etmektedir. Zira farklı anlamaların ve yorumların temelindeki ana etkenlerden biri de iki değerli Aristo mantığıdır. Anlamada bu mantığın kullanılması, çözüm yerine sorun üretmektedir. Bunun için Kur’an mantığı oluşturmada gereklilik söz konusudur. Bu görev de başta mantıkçılara ve ilgili bilim insanlarına düşmektedir.

Prof. Dr. Celal Kırca

[1]Araf,7/160-165.

[2] Haşr,59/2.

[3]. İbn Hazm, İhkam fi Usuli’l Ahkam, Beyrut 1985, 2/407.

[4] Fahreddin Razî, Mefatihu’l Gayb, Tahran tarihsiz, 15/139.

QOSHE - KUR’AN ÜSLUP VE MANTIK - Prof. Dr. Celal Kırca
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

KUR’AN ÜSLUP VE MANTIK

19 7
23.12.2023

Belagat, Arap Edebiyatında bir sanattır ve “Mukteza-i hale göre ( yaşanan duruma göre) söz söyleme” sanatı olarak tanımlanır. Sözün yerinde ve adamına göre söylenmesini ifade eder. Nitekim Kur’an’da da bu edebî sanatın bir araç olarak kullanıldığı, dolayısıyla ayetlerin nüzul sebeplerinin ve nüzul ortamının dikkate alınarak şartlara ve duruma göre mesajların verildiği görülmektedir. Bu nedenle Kur’an’da yerel ve tarihsel olaylara yer verilmekte ve bunlar üzerinden insanlara evrensel mesajlar sunulmaktadır. Böylece bilinenden bilinmeyenlere gidilen bir yöntemin uygulandığı anlaşılmaktadır. Nitekim cennet tasvirleri, bu dünyada insanların bildiği, sahip olmayı arzu ettiği güzel bahçe örnekleri ile tanıtılmakta, cehennem tasvirleri ise, ateş ve türevleri üzerinden örneklendirilerek verilmektedir.

Bilindiği gibi üslup, “tarz, yol, biçim” demektir. Kur’an’ın üslubu denince, Kur’an muhtevasının ifade ediliş tarzı kastedilir. Bu muhtevada mümin müjdelerken kâfir inzâr edilir, helâle teşvik edilirken haramdan sakındırılır. Konu içinde konu anlatır. Kıssa anlatırken hüküm ortaya konur, geçmiş anlatırken geleceğe yönelik bilgiler verilir. Bu nedenle onun üslubu, sınırlı bir dil mantığıyla mukayyet olan beşer ürünü hiç bir kitabın üslubuna benzememektedir. Onun üslubunda eşsiz bir ahenk vardır. Ondaki lafız ve mana dengesinde, edebi türlerden farklı bir mükemmellik mevcuttur. O, öyle bir üsluba sahiptir ki, aynı anda farklı seviyelerde bulunan insanlara hitap edebilmektedir. Onda edebi türler iç içedir ve birbirinin aynı tekrarlar çok yoktur, olanı da azdır. Konu aynı olsa da, üslup farklıdır. Zira beyan tarzında çeşitlilik vardır. Akla ve duyguya dengeli bir biçimde hitap eder. Onun ifâde ve üslûbunda lüzumsuz fazlalıklar yoktur. Söz ve mânâ tam bir uyum ve ahenk içindedir. Lafzını, hem zihin anlar hem de gönül. İfâ­de ve üslubundaki ahenk ve ölçü, insan ruhunu okşamaya, sarmaya ve kal­bini titretmeye başlarken; zihin de, onun ince ve derin anlamlarını kav­ramaya ve anlamaya çalışır. Kur’an’ın temel amaçlarından biri de insanları uyarmak, teşvik etmek ve öğüt vermektir. Bunun için de kıssaları ve darb-ı meselleri amaç olarak değil, bir araç olarak kullanır.

Bu nedenle kıssalar aktarılırken, şahıslar ve tarih değil, olay öndedir. Bu sebeple Kur’an’da yer alan bilgilerde kronoloji yoktur. Dolayısıyla o, insanları, şirkten tevhide, ahlâksızlıktan ahlâka, zulümden adalete, eşitsizlikten eşitliğe, kayırmacılıktan işi ehline vermeye, hissilikten akliliğe, kabilecilikten ümmet anlayışına değiştirmeyi hedefler ve onlara kuralların ve ilkelerin egemen olduğu bir hayatı önerir. Bu bilgiler; bilimsel formüller ve terimler kullanılarak anlatılmaz, Kur’an dili ve üslubu ile sunulur. Onda var olan hayatın bilgileridir.

Hayatın her alanına ilişkin bize rehberlik edecek olan bu bilgiler, bir ayette ve belli ayet grupları içinde yer alır. Bu nedenle insanın huzur ve mutluluğu için prensipler getiren ve bilgiler sunan bu ilahi mesajın; farklı zaman ve mekanlar içinde yaşayan insanların bütün ihtiyaçlarını madde madde sıralayıp muhtevası içine alması ve her maddeye ayrıntılı bir biçimde çözümler getirmesi, hem nicelik hem de nitelik açısından mümkün olmadığından; bu ilahi mesajın çok az kısmı hariç, önemli bir bölümü hatta çoğunluğu, ayrıntılardan uzak, genel ilkeler halindedir. İlahî mesaja ait sadece bu özellik bile onun çağları kuşatıcı yönünü ortaya koyar. Bir çok konu, sembolik bir dil ile anlatılır. Bütün bunlar, Kur’ân’a ait alî üslup özellikleridir ve onun........

© Mir'at Haber


Get it on Google Play