Hz. Mûsâ’nın önderliğinde/rehberliğinde Firavun’un zulmünde kurtulup kendilerine vaad edilen topraklara doğru yola çıkan İsrâiloğulları’nın bu yolculukları sırasında başlarından geçen ve merkezinde Sâmiri’nin bulunduğu bir olay vardır. Kur’ân bu ibret verici olayın detaylarını Tâhâ/80-98. âyetleri arasında anlatmakta ve sonradan bu âyetleri indirdiği Hz. Peygamber’e şunu söylemektedir: “İşte sana geçmişte olup bitenlerin mahiyetinden de böyle (bir üslup içinde) bahsediyoruz; çünkü katımızdan hatırlatıcı bir öğreti bahşettik sana.”[1] Âyetin başında yer alan Arapça “kezâlike” yâni “böyle/böylece” zarfı hem Kur’ân’ın geçmiş olayları –bunlar ister tarihî olaylar olsun, ister menkıbevî ya da temsîlî olaylar olsun– ele almasındaki amaca, hem de ele alış tarzına dikkat çekmek için kullanılmıştır. Kur’ân’daki her kıssanın ya da olaylara ilişkin her anlatımın altında yatan amaç, değişmez biçimde hep belli birtakım temel gerçeklerin yansıtılması ve onlara dikkat çekilmesi içindir. Bu da bize gösteriyor ki; Hz. Mûsâ’nın kısa bir süre yokluğunda ve kölelikten kurtuluşlarının hemen ilk başlarında Sâmiri ile İsrâiloğulları arasında yaşanan bu olaydan vahyin son temsilcisi olan Müslümanların “âyetlerin bükülmesi” adına almaları gereken çok önemli dersler bulunmaktadır.
Olayın başlangıcı Tâhâ/83. âyette de belirtildiği gibi Hz. Mûsâ’nın vahiy almak için davet edilip Sina Dağı’na çıktığı günlerde gelişmiştir. Bir başka âyette bu süreç şöyle anlatılır: “Ve [Sonra] Mûsâ için [Sina Dağı’nda] otuz gecelik bir süre belirledik; ve buna bir on gece daha ekledik, ki böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlandı.[2] Ve Musa kardeşi Harun’a şöyle dedi: Halkımın arasında benim yerimi al; dürüst (ve erdemli) davran; bozguncuların yolunu tutma.”[3] Âyetin sonunda Hz. Mûsâ’nın uyarılarına bakılırsa sanki kendisinden sonra kavminde olması mümkün bir olayı önceden hissetmiş gibidir. Gerçekten de Hz. Mûsâ’ya Tûr Dağı’ndaki son günlerinde bu üzücü olay Tâhâ/85. âyette şöyle haber verilir: “[Allah:] ‘Öyleyse bil ki’ dedi, ‘senin yokluğunda Biz kavmini sınadık; ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.”
Anlaşılıyor ki; yüzyıllarca süren bir tutsaklıktan sonra siyasî ve toplumsal bağımsızlığına kavuşan bir halkı, geçmişinin yozlaştırıcı etkisinden hemen kurtarabilmek; özlenen manevî ve toplumsal düzen ve disiplini bir anda onların üzerinde gerçekleştirebilmek kolay değildir. Bu büyük özgürlüğe ve Allah’ın yolculukları sırasında onlara lütfettiği sayısız nimetlere rağmen kırk günlük kısa bir süre içerisinde bile İsrâiloğulları nankörlük göstermiş ve arkasından Sâmirî’nin ayartmalarına uyarak –Hz. Mûsâ’nın uyarısını doğrulayarak– Mısır’daki eski inançlarına dönme noktasında yanlış ve ifsad edici bir yola sapmışlardır.
Bu sözler ve arkasından gelişen olaylar Hz. Mûsâ’yı çok üzmüş olacak ki, Tâhâ/86. âyette onun kavmine olan sitem ve tepkisi şöyle anlatılır: “Bunun üzerine Musa öfke ve üzüntüyle dolu olarak kavminin yanına döndü [Ve onlara:] ‘Ey kavmim!’ diye çıkıştı, ‘Rabbiniz size güzel bir söz vermemiş miydi? Peki, bu söz[ün gerçekleşmesi] size çok mu uzak göründü? Yoksa Rabbinizin gazabına uğramanıza mı karar verildi ki bana verdiğiniz sözden böyle döndünüz?”[4]
Hz. Mûsâ’nın bu sözlerine karşılık kavminin ona şu sözleri söylediğini görmekteyiz: “Sana verdiğimiz sözden biz kendi isteğimizle dönmedik; fakat [Mısır] halkı[nın kirli] zinet yükleriyle yüklüydük ve bu yüzden onları [ateşe] attık; aynı şekilde Sâmirî de [kendininkini] attı.”[5] Bu sözler aslında İsrâiloğulları’nın “özür dileyip Allah’a tevbe edecekleri yerde”, kendilerini aklamak ve olayın sorumluluğunu başka bir alana çekme gayreti içerisinde olduklarını bize göstermektedir. Âyette sözü edilen zinetler, İsrailoğulları’nın Mısır’dan ayrılmadan hemen önceki günlerde Mısırlılar’dan ödünç aldıkları altın ve gümüş şeyler, eşyâlardır. Aslında bu “ödünç alma” işi, açıkçası, asılsız gerekçelere dayanıyordu ve ödünç alınan zinetleri sahiplerine iade etmek gibi bir niyetle yapılmamıştı. Ama öyle görünüyor ki; yaptıkları bu yanlışın/soygunun yol açtığı günah duygusu zaman içinde bir iç huzursuzluğu halinde İsrailoğulları’nın üstüne çökmüş ve bu yüzden günahkârca elde edilen bu zinetlerden kurtulmaya karar vermişlerdir.
İşte bu noktada Sâmirî orta çıkmış ve onlara bu zinet eşyâlarından kurtulmanın yolunu şöyle göstermiştir: “Fakat sonra, [onların Mûsâ’ya anlattıklarına göre, Sâmirî] onlara [erimiş altından], böğüren bir buzağı heykeli yapıp çıkardı; ve bunun üzerine onlar da [birbirlerine:] “İşte sizin ilâhınız da, Mûsâ’nın ilâhı da budur; ne var ki, o [geçmişini] unuttu!” dediler.”[6]
İsrailoğulları’nın bu altın buzağısı, besbelli, yüzyıllarca süren Mısır etkisinin bir ürünüydü. Mısırlılar Menfis’te tanrı Ptah’ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğa’ya, Apis’e tapınırlardı. Boğa yaşlanıp da ölünce, onun yerine hemen yeni bir Apis’in doğduğu düşünülüyor ve eskisinin ruhunun ölüm ülkesinde Osiris’e hulûl ettiğine inanılıyor ve bu iki başlı tanrıya bundan böyle artık “Osiris-Apis”[7] adıyla tapınılıyordu. Ayrıca altın buzağının çıkardığı “boğuk ses”e gelince; bunun, Mısır tapınaklarında bulunan ve içine açılmış bir takım oyuklar sayesinde ses çıkardığı bilinen putlarda olduğu gibi rüzgârın etkisiyle çıkan bir ses olması muhtemeldir.
Âyetin son ifâdesinde bu altın buzağı heykeli için “Mûsâ’nın ilâhı da budur; ne var ki o unuttu” denilmesi, Hz. Mûsâ’nın Firavun’un sarayında –tam bir Mısırlı olarak– yetiştiği hususuna ilişkin bir îma olabileceği gibi İsrâiloğulları’nın bilinçaltlarındaki somut, elle tutulan, açıkça görülen, ses çıkaran eski ilâhlarına olan özlemlerini de dile getirmek için olabilir. Zaten onların Bakara/55. âyette Hz. Mûsâ’ya şöyle seslenmeleri de sözünü ettiğimiz bu somut/görünen ilâh inançlarına/isteklerine işâret etmektedir: “Ey Mûsâ, doğrusu Allah’ı kendi gözümüzle görmedikçe sana asla inanmayacağız!”[8] Yine Hz. Mûsâ için “fakat o unuttu” anlamındaki cümlede unutulanın ne olduğu konusunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Bir görüşe göre burada Sâmirî’nin Hz. Mûsâ’nın tebliğ ettiği dini bir tarafa bıraktığından ve gerçek ilâhı unuttuğundan söz edilmektedir. Bir başka yoruma göre ise bu, Sâmirî’nin Hz. Mûsâ hakkındaki sözüdür. Sâmirî bu ifadesiyle Hz. Mûsâ’nın Tûr’da aramaya gittiği asıl ilâhın işte bu buzağı olduğunu ama Mûsâ’nın bunu dikkatten kaçırdığını iddia ederek toplumu ikna etmeye çalışmıştır.
Bütün bu gelişmelerden sonra Hz. Mûsâ, kavminin bu hâle gelmesinde başrol oynayan ve onlara altın buzağıyı yapan Sâmirî’ye yönelir ve böyle bir şeyi neden yaptığının açıklamasını ondan ister: “Peki, ya senin amacın neydi, ey Sâmirî?”[9]
Âyette ismi geçen Sâmirî ifâdesinin, söz konusu kişinin soyunu ya da kökenini gösteren bir sıfat ismi olduğundan şüphe yoktur. Bu kişi Hz. Mûsâ’nın dinini benimseyen ve Mısır’dan çıkışlarında İsrailoğulları’na katılan pek çok Mısırlı’dan biridir ve bu durumda sâmirî tabirinin de eski Mısır dilinde “ecnebi” ya da “yabancı” anlamına gelen “shemer” sözcüğüyle akraba olması mümkündür. Bu görüşü, kıssada geçen kişinin, Mısır dinindeki Apis figürünün bir yankısı/bir uzantısı olarak işe altın buzağıya tapınma eylemiyle başlaması da desteklemektedir.
Hz. Mûsâ’nın bu sorusuna Sâmirî’nin şu karşılığı verdiğini görmekteyiz: “Ben onların göremediği bir şeyi gördüm; ve bu yüzden, Elçi’nin öğretilerinden bir tutam aldım ve onu fırlatıp attım; içimde bir şey böyle [yapmaya] itti beni.”[10] Sâmirî’nin bu sözlerine dikkat edilirse, sanki yapmış olduğu eylemden pişman olmuş bir kişi hâli kendisinde gözükmemektedir. Tam tersine kendisini ve yaptıklarını soğukkanlılıkla savunabilecek, özgüveni yüksek bir rahatlıkta Hz. Mûsâ ile konuşmaktadır. Başka bir ifâde ile sanki bu konuşma aralarındaki teolojik bir fikir aykırılığı üzerinden yapılıyormuş gibi gözükmektedir.
Âyette Sâmirî’nin “Ben onların göremediğini gördüm” ifâdesinde geçen “besure” yâni “gördü” yahut “gören/görür oldu” fiili “bir şeyi zihnen kavradı/o şeye vukuf kazandı/anladı” gibi deyimsel anlamlarla da yüklüdür. Yâni bu ifâdeyle Sâmirî Hz. Mûsâ’ya şunu demek istemiştir: “Ben onların anlamadığını anladım; senin söylediklerinin, Ey Mûsâ, bazılarının yanlış olduğunu fark ettim.” Öyle görünüyor ki, Sâmirî, müte’âl/aşkın ve görünmeyen Allah fikrine karşı çıkmakta ve halkın “görünen, elle dokunulabilen somut” bir ilâha inanması gerektiğini düşünmektedir. Sâmirî’nin “Elçi’nin öğretilerinden bir tutam aldım ve onu fırlatıp attım” sözleri ise onun Hz. Mûsâ’nın mânevî öğretim yönteminden yâni “tebliğ ve uygulamasından” bir kısmını alıp, öğretisinin muhtevası dışına çıkarıp attığı anlamındadır.
Anlaşılıyor ki; Sâmirî’nin Hz. Mûsâ’nın öğretisinden bir kısmını reddetmesi, onun putperestliğe ve Allah’tan başka nesnelere ya da varlıklara ilâhî nitelikler yakıştırmaya ilişkin bilinçaltı eğilimlerini açığa........