Son asrını ekonomik sorunlarla boğuşarak geçirmekte ülkemiz.
Her yeni dönemde beslenip büyütülen umutlar.
Sonra dar gelirliyi cendereye alan o amansız azap,
Hayat pahalılığı,
Geçim darlığı.
Toplumsal katmanlarda aysbergin görülebilen kısmı,
Geçinebilenlerin ve geçinemeyenlerin acımasız ayrımı.
Mahallenin çardağında oturanların arasına beş dakika katılayım dedim.
Bodrum katta yatan felçli eşini anlatmakta idi komşularına, çaresiz kadın.
O bodrumun karanlık duvarlarından artık kendisi de kâbus görmeye başlamış.
Çardağa zor atmaktaymış kendisini, birkaç dakikalığına.
Belki en ağır trajedi onunkiydi, lakin yanındakiler de fazla iyi sayılmazlardı.
Emekli eşleri hanımlar.
İçin ilginci, çalışan genç kesim işlerinden dönerken uğradıkları marketlerden zar zor doldurabildikleri poşetleri ile onların yanından geçerken hayâ etmekte idiler.
Genç bir babadan duydum,
“Amcalar, teyzeler suratlarımızdan önce poşetlerimize bakmaktalar”
Halkımızın yaşayıp da adını koymaya asaletinin el vermediği ekonomik kıyamet,
Pandeminin, depremin, afetlerin sarsıntılarını savuşturup yaralarını sarsak da,
Geçinememenin yürek yakan sızısı.
Devlet ve millet olarak garip gurebanın ahları dindirilmezse; yakıp yıkacak ortalığı.
Şu pis savurganlığı her yerde, hem özel alanlarda hep yönetim birimlerinde minimum seviyeye çekmemiz gerekmekte.
Bir kişinin yapacağı işi kamuda 10 kişi yapmakta.
Ankara’da ilaç yazdırmaya gittiğim sağlık ocaklarında hasta yok, personel çok.
Devlet kurumlarında bazen rastlar şaşarız, kalabalık kadroların iş yapmadan oturduklarına.
Osmanlı’da da böyleydi.
Mizancı Murad, eserlerinde bu durumdan ne kadar yakınmaktaydı.
Bir de çalışmayı sevmeyen bir yanımız hep var.
Tembellik sanki genetiğimize işlemiş.
Köyde yaşayıp ineklerinin sütünü toptan süt toplayıcılarına satıp “a, elimi sürmüyorum kim peynir, tereyağı yapacak” diyen köy sosyetesi kadınlar gördüm.
Marketin fabrikasyon zehirli ürünlerini almayı marifet, doğal peynir yapmayı angarya görmekteydi.
Çinlilerin birbirlerine söylediği şu söz, tembel taifeyi biraz kendilerine getirir mi acaba; “Yılda 360 gün yataktan güneş doğmadan önce kalkabilen hiç kimse ailesini zengin etmekte başarısız olmaz.”
Pazarın efendisi kadınları da görmekteyim.
Ellerinin ürünleri erişte ve mantıları, bahçelerinin sebzelerini getirip satmaktalar.
Akşam evlerine o hanımlar ciplerle dönerken her defasında bu Çin özlü sözünü anımsamaktayım.
Peygamberimiz de, “Rızık ve ihtiyaçlarınızı tedarik etme talebinde bulunduğunuzda, sabahleyin erken davranınız, çünkü sabahın erken vakitleri berekettir ve muvaffakiyettir."
Üretmenin, ülke ekonomisine kazandırmanın; kutsal bir görev bilinci olması gerektiği ne yazık ki çok eksik.
İhmal edilen tarım ve hayvancılığın, halkımızın belini nasıl kırdığı ayrı bir savaş meydanındayız.
Tarım arazilerinin üzerinden açgözlü ellerin çekilip yapılaşmadan uzak durulup ivedilikle tarımın geliştirilmesi en önceliğimiz olmalıdır.
Et fiyatları fırlamakta, yeni yetişen nesillerin akıl ve beden sağlığı tehlikede.
Birkaç ay önce bir siyasi söylemişti, “et beş yüz lira olacak ama bulunmayacak”.
Şu anda beş yüz lira oldu, bin lira olması konuşulmakta.
Çok mu zor hayvancılığımıza büyük yatırımlar yapılıp, ülke olarak refah seviyelerini görmemiz.
Süt fiyatları tavan yapmakta.
Ekmeğin 10 liraya çıkacağı konuşulmakta.
Dar gelirliye zulüm haberleri inşallah gerçekleşmez.