Asıl olan suret değil siret, zahir değil batın, madde değil mânâdır. İslamı benimsemek, hayatın her cephesinde fert, toplum ve devlet düzeyinde tatbik etmek böylesi bir anlayışı esas alarak mümkün olur. Kökü olmayan bir ağaç düşünülemeyeceği gibi mânâdan yoksun, batını ihmal eden, akidevi gerçeklikten uzak, ritüellere hasredilmiş bir din de düşünülemez.
Mekkeli müşrikler İslam’ın bu yönünü anlayamadıklarından ötürü tevarüs ettikleri birtakım adetlerle övünmekte ve bunu müslümanların aleyhine bir delil olarak kullanmaktaydılar. Kâbe’nin bakımı, onu ziyarete gelenlere ikramda bulunmak gibi hususları akidevi gerçeklikten kopararak, doğru yolda olduklarına dair iddialarına sebep kılmaya çalışan müşrikler, bu süreçte oldukça açık ve sert ilahi uyarılara muhatap olmuşlardır. Allah Teala âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur: ‘’ Onlar Mescid-i Haram’dan (mü’minleri) alıkoyarken ve oranın bakımına ehil de değillerken, Allah onlara ne diye azap etmesin? Oranın bakımına ehil olanlar ancak Allah’a karşı gelmekten sakınanlardır. Fakat onların çoğu bilmez.’’[1]
Seyyid Kutub (r.aleyh) bu âyet-i kerîmenin tefsirinde şöyle demektedir: ‘’ Onların azaba uğramasına engel olan şey, iddia ettikleri üzere Hz. İbrahim (a.s) soyundan gelmiş olmaları veya Allah Teala’nın (c.c) evinin dostları ve sahipleri olmaları değildir. Bu, gerçeklikte temeli olmayan iddiadan........