İstanbul’dan içeriye girdikten sonra devasa binalara bakıyorum. 20, 30, hatta 40 katlı. Bazen binalar yan yana bir duvar gibi. Şimdi hangi semte giderseniz aynı manzarayla karşılaşıyorsunuz. İnsan düşünüyor: İnsan burada nasıl yaşar? Herhalde bir tek uyumaya yarar. Çocuklar ne yapacak, evin hanımı ne yapacak? Hemen herkes dört duvar arasında. Yemek yiyecekler, televizyon seyredecekler ve yatacaklar. İşte o kadar…
Hoş, sadece İstanbul mu, şimdi Anadolu’nun bütün şehirleri hemen hemen aynı vaziyette… İnsanlar artık “dört duvar arası” bulduklarına razı. Öylesine bir hayata alışmış durumdalar. Bir bu hapishaneyi andırır hayat tarzına, bir de bizim tarihi Antep evlerine ve bu evlerden müteşekkil sokaklara ve mahalleye bakıyorum. İnanın günümüz insanlarına acıyorum.
Müsaadenizle bizim tarihî Antep evlerini kısaca tanıtayım: Her evin en az iki insan boyu yüksekliğinde duvarları vardır. Bu duvarlar, mahremiyet kalesidir. Kapıdan içeriye girdiğinizde sizi bir “hayat” karşılar. Bizim orada bu avluya “hayat” denilir. Niçin hayat? Zira bilhassa baharları ve yazları vaktin çoğu burada geçer. Bu hayatın orta yerinde bir fıskiyeli havuz bulunur. Bir köşede de kuyu… Hayatın bir köşesinde asma ve bu asmanın sarındığı çardak vardır. Üzüm mevsiminde o çardaktan aşağıya o güzelim üzüm salkımları sallanır. Başka bir köşede incir veya dut ağacı… Kurutmalık, salça ve şire zamanları bu hayatta komşu hanımları toplanır ve imece usulü, kışlık zahirelerini hazırlarlar, bir yandan da........