Din nasihattır

Nasihat; bir şeyi saf, halis kılmak, kötülük ve bozukluktan uzak bulunmak, iyi niyet sahibi olmak ve başkasının iyiliğini istemek anlamlarındaki nush kökünden türeyen bir kelimedir. Nasihat başkalarının zararına veya faydasına olan hususlarda aydınlatıcı rol üstlenmektir. Kişinin din dünya ve ahiret için faydalı olan iyilikleri dürüstlük ve samimiyetle açıklamasıdır.

Hz. Peygamber üç defa tekraren “din nasihattir” buyurmuştur. Sahabe kim için diye sorunca Allah için, onun kitabı için, Müslümanların yöneticileri için ve onların umumu için diye cevap vermiştir.

Allah için nasihat, Allah’a iman edip onun dinine göre inandığı gibi yaşamak yani sahih bir tevhit inancına sahip olup Allah’a ihlas ile kulluk etmek, her türlü fenalıktan kaçınmak, Allah’ın bütün kullarına hakkı söylemek, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek zalimlere meyletmemektir. Bu manada kişinin önce kendi kendinin nasihatçisi olması esastır.

Allah’ın kitabı için nasihat; Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu tasdik edip emirlerini uygulamayı ayrıca insanları buna davet etmeyi, Hz. Peygamber’in nübüvvet ve risaletine inanıp onun sünnetine tabi olmayı vazife bilmektir.

Yöneticiler için nasihat; hak yolda olanlara itaat etmek ve destekçi olmak, gerektiğinde onlara hatalarını söylemek, onları iyiliğe davet etmektir.

Müslümanların umumu için nasihat; onları din ve dünya için faydalı işlere yönlendirmek, dini konularda eğitmek, iyiliği emredip kötülüklerden sakındırmaktır.

Genel manada nasihat, muhatabın iyiliği için çaba göstermektir. Hidayet Allah’tandır. İslam âlimlerine göre nasihat farzı kifayedir. Müslüman’ın Müslüman üzerindeki haklarındandır. Dostluğun şartlarındandır. Müslümanlar için çok önemli bir görevdir. Bu bağlamda Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye hitaben, “Senin sayende Allah’ın bir kişiye hidayet etmesi, üzerinde güneşin doğduğu bütün şeylerden daha değerlidir” buyurması bu görevin öneminin büyüklüğünün ifadesidir.

Esasen sözlerin en doğrusu olan Kitabullah da ilahi bir nasihattir. “Hayır şüphesiz bu Kur’an kesinlikle bir öğüttür.” (74/54) “Hâlbuki o Kur’an, aklı olan herkes için katıksız bir öğüttür.” (Kalem 52) “Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan dertlere bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.” (Yunus 57)

Bu bağlamda Kur’an, insanları en güzel ahlaka davet etmesi yönüyle öğüt, kalpleri küfür ve nifak hastalıklarından arındırması yönüyle şifa, müminlere iki cihandaki saadet yollarını göstermesi yönüyle hidayet, ebedi mutluluğu kazandırması yönüyle rahmettir.

Bu ve benzeri ayetler Kur’an’ı Hâkim’in nasihatler içerikli ilahi bir tebliğ olduğunun beyanıdır.

Bu tebliğin içeriğinde insanları cehennem azabı ile korkutarak ve cennet nimetleri ile müjdeleyerek iman etmeye ve salih ameller işlemeye çağrı vardır. Demek oluyor ki en önemli olan ve en başta gelen nasihat, insanları iman etmeye ve salih ameller işlemeye davettir. Zira iman nimetinden yoksun olan bir kalp, akıl cevherinden mahrum olan bir baş gibidir, sinede yüktür.

Esasen insan, ancak iman etmesi sayesinde insandır. Nitekim “Onların kalpleri vardır anlamazlar, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler hatta hayvanlardan da aşağıdırlar. İşte bunlar hep o gafillerdir.” (Araf/179) “Allah indinde hayvanların en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar Allah’a iman etmezler. (Enfal 155) ayetleri bu gerçeğin en açık ifadeleridir.

Onun içindir ki merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Allah; “İnsanlar hüsrandadır. İman edenler, salih ameller işleyenler, hakkı tavsiye edenler, sabrı tavsiye edenler müstesna” Asr Suresi’nin bu ayetleri ile bütün insanları iman etmeye ve inandıkları gibi yaşamaya davet etmektedir.

Muhakkak ki her şey Allah’tandır ancak kullar eliyle işlenir. Bu sebeple Rabbimiz, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülüklerden sakındıran bir ümmet olsun. İşte kurtuluşa erecek olan onlardır” (3/104) Ayet-i Kerimesi ile başta peygamberler ve onların varisleri olan âlimler olmak üzere bütün müminleri emredilenlerle emretmek, yasaklarla yasaklamak sorumluluğu ile yükümlü kılmıştır.

Buna rağmen insanlar çoğunlukla bir nutfeden yaratılmış olduklarını unutarak nefislerini ilah edinir. Allah düşmanı olurlar.

Daima kusur arayıp kınayan, iyiliği hep engelleyen insanları Allah’ın yolundan saptırmaya çalışan, Allah’ı zikirden yüz çevirip şeytana dost olan, yalandan başka söz söylemeyen, geçerli olan benim doğrularım diyen ve başka doğru tanımayan dalalet ehli olan bu tür insanları Yüce Allah, “Kahrolun o fikir adına kendi tahminlerini ileri sürenler. Onlar bir sarhoşluk, dalalet içinde ve şuursuzdurlar” (Zariyat 10/11) ayeti kerimeleri ile telin etmektedir.

Bu insanların refah seviyeleri çok yüksekte olsa heva ve heveslerini ilah edindiklerinden doyumsuzdurlar. Hep isterler. Oysaki istemek her türlü kötülüğün kaynağıdır. Çünkü insan isteklerinin engelleri karşısında öfkelenir, ıstırap çeker, istek hedefine ulaşırsa bu hal bir tatmindir. Her tatmin ise yeni bir isteğin hareket noktasıdır. Tatmin ancak geçici bir süre içindir. İnsanın her isteğini elde etmesi ise imkânsızdır. Bu imkânsızlık sıkıntı ve ıstırabın sebebidir. Acı çekmenin kaynağıdır. Sonuçta bu insanlar için dünyada sıkıntılı bir hayat vardır. Tövbe edenler müstesna, ahirette varacakları yer de cehennemdir.

İman edip imanlarına zulmetmeyen, salih ameller işleyenler için ise dünyada Allah’ın yardımıyla kolay bir geçim ve sıkıntısız bir hayat vardır. Ahirette ise Allah’ın rahmetiyle varacakları yer cennettir. Bu Allah’ın vaadidir. Bu bağlamda Yüce Allah (C.C.), “Ey iman edenler, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden kendinizi ve ailenizi koruyun” (Tahrim/6) emriyle müminleri uyarmaktadır.

O halde insan öyle iman etmeli ki kurtuluşu aradığı imanda sefaletin bataklığına saplanmamalıdır. Nitekim Nuh (as) oğlu babasının, gemiye bin kurtul, çağrısına: ‘’Dağa çıkar kurtulurum’’ dedi. Böylece hakka itiraz etti. Ancak o anda gelen bir dalgaya kapılıp helak oldu. Onun helake götüren sebep nefsine tabi olması ve şeytana tapması olmuştur. Onun için ‘’Şeytana tapmayın o sizin apaçık düşmanınızdır.’’ ayetindeki ikaz, hayatın her anında bize rehber olmalıdır. Bu bağlamda müminlerin hem kendi nefislerinin zorbalıklarına karşı, hem de zalimlerin zulümlerine karşı mücadele halinde olmaları, onların imanlarının gereğidir.

Bir ferdin, cemiyetin veya bir milletin düzelmesi, manen fikren yükselmesi ancak kendi gayretleri ile mümkündür.

Toplumların maruz kaldıkları fenalıklar, kuvvetin hakka karşı kullanılması temellidir. Bu sebeple Müslüman toplumlar adalet ve hakkaniyet esaslarını tatbik etmekle mükelleftirler. Ancak bu yönetim biçimi sayesinde toplumun siyası birliği güçlendirilip geliştiribilir. İnsanlar kanun ve nizamlar için değil kanun ve nizamlar insanlar içindir. Bir takım kanun ve nizamların bir milletin sosyal yapısını değiştirebileceği, toplumu yöneticilerin arzu ve isteklerine tabi kılacağı düşüncesinin uygulanması zülümdür. Bu zalimler devlet erkini topluma dayatılan bir güç olarak kullanırlar. Sonuçta yolsuzluklar kök salar. Toplum korkutularak sindirilir, ahlak sukut eder, hukuk ortadan kalkar. Hürriyetten söz edilemez olur. Oysaki hürriyet insanoğlunun hakikati arama ve adaleti gerçekleştirme yolundaki çalışmalarının mutlak şartıdır.

Başka milletlerin tesiri ile şahsiyetlerini kaybetmiş, ruhları vatan değiştirmiş batı hayranı olan gafiller, milli kurtuluşumuzun çaresini, kendilerinin müptela oldukları bu hastalığın bütün bir milletçe benimsenmesinde görürler. Bu tür mukallit zalimler, tabi oldukları efendilerinin emirleri doğrultusunda milli ve manevi değerlerimize karşı düşmanlık ederler. Kendilerini azim (büyük) halkı hakir görürler. Bu zalimler, toplumun yaşayan değerlerini bilmezler. Bu yüzden yükselme ve ilerleme adına vicdanları bulandırıp, buhranlara sebep olurlar. Toplumu karanlığa ve felakete sürüklerler. Toplumun ufkunu daraltırlar. Bu insanların inancı, his ve ananesi taklitten ibarettir. Bunlar, doğruyu yanlışa, gerçeği hayale, hakkı batıla, olmamışı olmuşa katarak ilericilik adına toplumun değer hükümlerini hiçe sayarlar. Bu bağlam da Begoviç’in “ Biz savaşı öldüğümüz zaman değil düşmanlarımıza benzediğimiz zaman kaybederiz” ikazı çok önemlidir. Çünkü fert veya toplum, bazında her taklit bir yozlaşmadır.

Esasen bir millet için hayırlı olan şey, başka milletleri taklit etmeden yalnızca kendi özünden ve ihtiyaçlarından ortaya çıkan değerlerdir. O halde taklit eden değil örnek olan muteberdir. Osmanlı bu itibarı dün kazanmıştır. Bu sorumluluk şimdi bizim üzerimizdedir.

Bir fenalığın ortadan kaldırılabilmesi için çeşidinin, mahiyetinin, onu meydana getiren sebeplerin tam olarak bilinmesi gerekir. Bunun için toplumun manevi hayatını, ananelerini, irfanını koruyacak, milli ahlak ve yaşayışını düzenleyecek ve inanç idealini biçimlendirecek seçkinlere ihtiyaç vardır. Doğu Göktürk Hakanı İşbara bu hususta en önemli şahsiyetlerdendir. “Çin hâkimiyetine giren Doğu Göktürk halkını Çinlileştirmek isteyen Çin İmparatoru ‘’Kağan İşbara’yı halkı Çince konuşmaya, Çinlilerin gibi giyinmeye, Çin adaletini kabule, Çin kanunlarıyla yönetmeye icbar edince, Kağan İşbara 585 yılında Çin İmparatoruna gönderdiği mektupta “Size bağlı kalacak, vergi verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştiremem ( dilini öğret dinini öğrenirler ),halkımın uzunca saçlarını kestiremem, halkıma çinli elbisesi giydiremem, adetlerinizi ve kanunlarınızı alamam. İmkân yoktur. Çünkü bu bakımdan bütün millet hassasiyetle çarpan bir kalptir.’’ (Prof. Hakkı Dursun Yıldız) Zulme karşı koyan asil ve büyüktür.

Bizim milletimize yaşama azmini veren, bütün zor şartlara rağmen ayakta durmasını sağlayan irfanıdır. (milli kültür). Yani dinidir, dilidir, tarihidir, örf ve adetleridir, sanatıdır. Kurduğu medeniyettir. Bu bağlamda Konfüçyüs (M.Ö 6. Yüzyıl) “Bir devleti veya milleti mahvetmek istiyorsanız dilini bozunuz veya unutturunuz’’ sözünü de hatırlamak gerekir.

Goethe’nin deyimiyle: ‘’Zayıf ve karaktersiz insanlar çoğunlukla devrimcidirler.’’ Son derece kötümser ve münekkittirler. Bunların tenkitleri ithamlarla doludur. Mesela, kendileri mürtet oldukları halde milli değerlerine bağlı olan halka mürteci derler. Müfsit (bozguncu) oldukları halde ıslahatçıyız derler, kadim bir medeniyetin yaşayan bütün değerlerini yok etmek için bir dizi devrimler gerçekleştirirler. Hürriyet derler bireyin kendisini ifade etme hakkını, düşünmesini, konuşmasını, yazmasını yasaklarlar.

Esasen İslam dışı bütün sistemlerde hukuk, hakim sınıfın kanuna dönüştürülmüş iradesidir. Hürriyet bu sınıfı övmek için, alkışlamak için vardır. Oysa ki hukukun olduğu yerde hakim sınıfın iradesi olamaz. En azından sınırlandırılır. Çünkü mukaddes olan kanun ve devlet değildir. Mukaddes olan hukuk ve adalettir. Adalet ise ancak hürriyetle mümkündür. Bu sebeple hürriyet adil, adalet hür olmadır. Hürriyet akıllı ve ahlaklı, akıl ve ahlakta hür olmalıdır. Hürriyet insani ve insaniyette hür olmalıdır. Adalet, hem şahsi, hem de sosyal bir fazilettir.

Adalet, hakkaniyet, fikri hürriyet ve kuvvetin birlikteliği ile gerçekleştirilebilen bir erdemdir. İnsanın insan olabilmesi hür olmasına bağlıdır. İnsanın hür olabilmesi ise sorumluluklarını yerine getirmesi ile mümkündür. Sorumluluk insanı köleliğe karşı harekete geçiren deruni bir dinamiktir. Hür iradenin belirleyicisidir. Sorumluluk hareketten öncedir. Hareketle birlikte artar. İnsan hareketten önce sorumlu, hareket ile birlikte hürdür. Hürriyet sorumlulukların yerine getirilmesi ile kazanılır. Allah a karşı, nefsimize karşı, ana babaya karşı, topluma karşı, tabiata karşı ve bütün varlıklara karşı sorumluluklar…ve Hakka itaattir.

Hakka itaat etmeyen kuvvetin iktidarı, köleliği ve efendiliği kurumsallaştırır. Toplumda sosyal sınıfların oluşmasına zemin hazırlar. Toplumu ayrıştırır. Milli birlik ve beraberlik ruhunu yok eder. Esasen kuvvetin Hakka karşı olması zülümdür. Zulme boyun eğmek zillettir. Zillet ise müminin sıfatı olamaz. Her zulüm haksızlıktır. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.’’ (Hadis-i Şerif) ‘’Haksızlığa karşı boyun eğen hakkıyla birlikte şerefini de kaybeder.’’ (Hz Ali)

İktidarın hakka boyun eğmesinin gerekli olduğuna Hz Ömer çok güzel bir örnektir. Nitekim hutbede ‘’Haktan ayrılırsam ne yaparsınız? Sorusuna; ‘’Seni kılıcımızla düzeltiriz.’’ cevabını alınca Allah’a hamd etmiştir. Yine kadınlara verilen mehir hakkındaki düşüncesine cemaatten bir bayan karşı çıkınca düşüncesinden vazgeçmiştir.

Esasen hürriyet insana İslam ile verilmiş olan bir haktır. Mümin inandığı gibi yaşaması halinde bu hakkı hiçbir kuvvet gasp edemez. Çünkü Allah: ‘’Bir millet kendini değiştirmedikçe biz nimetlerimizi değiştirmeyiz.’’ Buyurmaktadır. O halde mümin kendi dünyasını, kurtuluşu aradığı iman esaslarına göre şekillendirmelidir. Hayatının her anını Allah’ı görüyormuş gibi yaşamalıdır. ‘’Zira inandığı gibi yaşamayanlar yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar.’’ Esasen inanç bütünlüğü olmayan insanda karakter bozukluğu ortaya çıkar. O halde hürriyetin tabiatında ahlak vardır. Ahlak ise geniş manada dindir. Yani İslam’dır. ‘’Biz insanları ve cinleri bize kulluk etsinler diye yarattık.’’ ayeti mucibince Allah’ın emir ve yasaklarına göre yaşama biçimidir. Sonuçta müminin gören gözü, işiten kulağı tutan, eli ve yürüyen ayağının Allah’ın iradesine bağlı olması halidir. Bu manada hürriyet manevi kaynaklı ve rabbani karakterli bir erdemdir. Ve hürriyet muhteşem bir süstür, ancak herkese yakışmaz.

İnsan hür değilse köledir. Köle baskı ile başkalarının arzularına göre hareket eden kişidir. Bu baskı insanın bizatihi kendi nefsinden kaynaklanıyor olabilir. Bu durumda nefis insandan dünyevi varlığa ve iktidara dini bir vecd ile bağlanmasını ister. Bu hal dünyayı kalben sevmektir. Dünya sevgisi kalbe girince Allah sevgisi kalpten çıkar. Tıpkı karanlığın basması ile gecenin gelmesi sonucunda gündüz aydınlığın yok olması gibi. Bu sebeple dünya sevgisi hataların başıdır. Ayakların kaydığı kaygan bir zemindir. Ahireti unutturan bir gaflettir, insana dünyası için dinini feda ettiren bir fitnedir, dünyevi varlığa ve iktidara giden her yolu mübah gösteren bir dalalettir. İnsanı farkında olmadan dinden çıkaran bir sapıklıktır. İnsanın haktan yüz çevirmesine sebep olan bir azgınlıktır. Münakaşa yoluyla nice ocaklar söndüren nice saltanatlar devirten bir felakettir. Hayvani birer sıfat olan şehvet ve gazap duygularını ifrata götüren bir muharriktir ki şehvetin ifratı hayâsızlıktır, iffetsizliktir, gazabın ifratı zülümdür haksızlıktır. Sonuçta insanı saygın şahsiyetinden uzaklaştıran ve köleleştiren bir zillettir.

Nefis insana kendisinin güvende olduğunu zannettirir. Emniyet telkin eder. Oysaki güvenlik takvadadır. Yani Allah korkusundandır. Ancak dünyada Allah’tan korkanlar ahirette emin olurlar. Nefis hilekârdır, kötü fikirlidir insana istediği bir kötülüğü işletinceye kadar baskısını sürdürür, arkasından insanı başka bir kötülüğe yönlendirir. Doyumsuz ve duraksızdır, nefsin varlıkta zevki vardır. ‘’Gerçek o ki insan ilim ve malda zengin olduğunu görmesiyle azar’’ ayeti kerimesi bu tehlikenin habercisidir. İnsan azıtınca günaha dalar tövbe etmeyi unutur. Kalbi kararır ve katılaşır heva ve heveslerini ilah edinir, Hakk’a giden yolu kendisine kapatmış olur. Allah’ı zikirden yüz çevirir. ‘’Her kim Rahmanı zikirden yüz çevirirse biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın arkadaşı olur.’’ (43-46) Oysaki şeytan lanetlenince Allah’ın yüceliğine yemin ederek insanları saptıracağını onları kuruntulara düşüreceğini onlara dost görünüp kendisi gibi şeytanlaştıracağını Allah’a arz etti. Şeytan’a tabi olacaklar için ruhsat verildi, muhlis müminler istisna tutuldu.

Şeytan hemen işe koyuldu. Havva anamızı cennette ebedi kalabilmek için yasaklanmış meyveden yemesi gerektiğine inandırdı. Havva anamızda yine şeytanın teşvikiyle Adem (as) ikna etti. Bu defa ikisi birden yasaklanmış meyveden yediler. Böylece haddi aşmış oldular. Bu hal her ikisinin de cennetten çıkarılmalarına sebep oldu. Pişmanlık duyup tövbe ettiler.

Ancak nimet elden çıkmıştı. Geri dönüşü de olmadı. Sonuçta cennet yerine, onlar için dünya mekân oldu. Bunun üzerine Adem (as) ‘’Dünya nimetlerine kanmayın. Ben cennet nimetlerine kandım Allah bundan hoşlanmadı’’ nasihatinde bulundu.

Şeytan, Yusuf (as) ile kardeşleri arasına da girdi ve Yusuf (as) babası Yakup (as) ayrı düşürdü. Kuran anlatımıyla şeytan; ‘’Şüphesiz ki şeytan sizin için bir düşmandır. Öyle ise (sizde) onu düşman tanıyın. O kendi taraftarlarını ancak alevli ateşe girecek kimselerden olmaya çağırır.’’ (32-6)

‘’İnsana batıl’ı hak, hakk’ı batıl şeklinde gösterir. Allah’ın affına bağışlamasına güvendirir de günaha teşvik eder.’’ (Fatır 5 ) ‘’Haram ve çirkin fiilleri insanlara süslü ve güzel göstererek yaptırmaya çalışır. (Neml 24) ‘’O, ardı arkası kesilmeden insanın yapacağı kulluğu engellemeye, işleyeceği hayırlara mani olmaya çalışır.’’ İnsan üzerinde ki etkinliğini son derece sinsi bir şekilde yürütür.’’ (114-4) ayeti kerimelerden de anlaşıldığı gibi şeytan insanın, Allah’a kulluğunu engelleyince, bu defa insanı kula kulluğa yönlendirir. Yani insanı köleleştirir. Zillete düşürür. Artık o insan şeytanın oyuncağı olur.

İnsanlar için bir baskı unsuru da dışardan kuşatılma, taklit etmek, modaya uymak şeklinde ortaya çıkar. Nitekim insanların kendilerine yakışacak şekilde giyinmeleri yerine modacıların mankenleri olmaları, kozmetik ürünlerin tüketicileri olmaları ki bu kimyasallar cildin tabii canlılığını yok edip insan cildini ölülerin cildine dönüştürüyor olmasına rağmen, insanı gamlandırdığı gibi aynı zamanda mikrop barınağı olan ve yine de uzatılıp rengârenk boyanan tırnaklar, değişik biçimlerde uzatılan sakallar veya saçlar, kulaklara takılan küpeler daha neler neler…

Devamla içki uyuşturucu ve kumar bağımlısı olanlar ki bunların hepsi, şeytan işi birer pisliktir. Servetlerinin varisi olabilmek için babalarını öldüren evlatlar, kalplere hükmeden ve kutsal bir gönül bağı olan sevgiyi aldatmak da vasıta edinen sahtekârlar, anne ve babalarını hor ve hakir görenler, onlara hareketler yağdıranlar, onlara köleleriymiş gibi muamele edenler, aldatan veya aldatılan baylar, oyun ve eğlence mekânlarının müdavimi olanlar, bu mekânlara meta olanlar bütün bunlar haktan uzaklaşmış zavallılardır.

Aile içinde çocuklarını İslam’a yabancılaştıran, din ile çocuklar arasında perde olan, böylece onların ruh dünyasını harabeye çeviren, Allah’ın ‘’Ana babaya öf bile demeyin’’ emrini öğretmeden onlardan saygı bekleyen, onları biyolojik birer varlık olarak niteleyen, yedirdim, içirdim, besledim, büyüttüm diye övünen, onlara düşeni kaldırmak yerine vurup düşürmeyi telkin eden, itaat etmeyi öğretmeden sorumluluk bekleyen, sevmeyi öğretmeden merhamet uman, onlardan hep isteyen ve faydalanmayı hedefleyen, onların ihtiyaçlarından habersiz olan, onların büyüklerine karşı saygısız, küçüklerine karşı acımasız davranışları karşısında sessiz kalan, onları son derece bencil bir şekilde eğiten, onları şehvet ve gazap bataklığına iten ve artık onların o bataklıkta boğulmalarını seyretmekten başka ellerinden hiçbir şey gelmeyen bu yüzden her ahı bin figana dönüşen ana babalar ve burnu yerde sürtünenler…

Bütün bu olumsuzlukların sebebi nefse kölelik, şeytana dostluk, dünyevi varlığa ve iktidara düşkünlük, heva ve heveslerini ilah edinme gafletidir. Bu gaflet yüzünden insanların çoğu yüce Allah’ın ‘’Ey iman edenler yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden kendinizi ve ailenizi koruyun.’’ (65/6) emrinden habersiz yaşarlar. Sonunda Allah’ın hidayet ettikleri hariç cehennem azabı onlar için hak olur.

Malumdur ki dünyada her şey zıttı ile bilinir. Ölümün hayatla bilinmesi gibi. Beden dünyevi, ruh rabbanidir. Ancak ikisinin birlikteliği hayattır. Bu da bir zıtlık. Beden dünyada rahat çünkü aslı toprak. Ruh ise arşa hasret. ‘’Ruhun mebdei arşın nurundandır.’’ (Hz. Mevlana). İnsan hayatı sever hayat ise nefeslerle sınırlıdır. Yani nefesler sayılıdır. Ancak hiçbir insan ömrü uzansın diye nefes alıp vermeyi terk etmez. Aynı zamanda düşünmez. Bu da bir zıtlık. İnsan her şeye muhtaçtır. Ancak insana muhtaç olduğu şeyin bilgisi verilmemiştir. Bu sebeple insan elbiseye mi muhtaç yoksa kefene mi? Dünyada barınacağı eve mi yoksa ölünce defnedileceği mezara mı muhtaç olduğunu bilemez. Yazı yaşar, kışı yaşar, fani dünyanın nimetlerinden faydalanmak için mezara kadar koşuşturur da dünyadan daha hayırlı ve ebedi olan ahiret yurdunda, cennet nimetlerinden faydalanmak için gerekli gayreti göstermez.

Oysa insan ölümünden önce yeryüzünde yaşarken, ölünce yeraltında yani kabrinde yaşamaya devam eder. Kabir bir kafestir. Ancak müminler için genişler. ‘’Cennet bahçelerinden bir bahçe olur.’’ Dolayısıyla kabir hayatı mümin için bayram olur. Azgınlar için daralır onları sıkar da sıkar. Cehennem çukurlarından bir çukur olur. Bu hal azgınlar için kabir azabıdır. Ve kabir azabı haktır. Kabir hayatına misal olarak yer altında yaşayan köstebek ibret alınacak bir örnektir. Devamla haşrolunmak mahşerde toplanmakta haktır. Buna misal olarak Hz. İbrahim’in dört kuşu alıp onlara birer isim vererek kendisine alıştırdıktan sonra her birini kesip, parçalar halinde farklı tepelere bırakarak bu defa onları........

© Milli Gazete