Ali Kemal Temizer beyefendi, ilim, bilim ve gönül deryasında “mürekkep yalayan” kalem ve kelâm erbâblarının “Beyan”larından oluşan eserleri okurlarla buluşturmaya devam ediyor.
Geçtiğimiz günlerde “Yolun Bittiği Yerde” masama bırakılmış görünce, kendimi “hayrola” demekten alamadım. Uzun süredir piyasada gözükmeyen Muhsin Kızılkaya, “Yolun Bittiği Yerde”yle karşımda duruyor.
Eserin sayfalarını çevirdikçe, satırlar arasında gezindikçe, Kürtçe telaffuzlara takıldıkça gönül tellerim titriyor. Bazen insanın lisânı, hâlidir. Hâlden anlayınca bütün sır perdeleri aralanır.
Hani entelektüellerin kullandığı “metafor” kavramı var ya, onun “Anadolu İrfanı”yla yoğrulmuş hikâyesini Muhsin Kızılkaya cümlelere döktükçe, insan “Yolun Bittiği Yer”e değil, tâ en başına gidiyor. Hiç gitmediği, görmediği yerlerde gezinip mâziyle âti arasında medcezirler yaşıyor.
Madem ki “‘Yolun Bittiği Yerde’yiz, ötesine bakmaya gerek yok" deyip kestirip atmayın ha!.. Bu öyle bir hikâye ki kısa yaşayıp uzun ölenlerin, güneş toplamaya giden çocukların hikâyesi...
SÜRGÜNLERİN ÖDÜLE DÖNÜŞTÜĞÜ YER...
Çocukluk bu ya, yaşadığı yeri dünyanın merkezi, hatta Cenneti zannedermiş... Ve bütün yollar yaşadığı güzel yerde bitermiş...
Böyle olunca da evvel zaman içinde Hakkâri’de yaşayan ahali; Zap Vadisi’nin virajlı, dolambaçlı ve de tehlikeli yolları aşıp “ayakkabıların çıkarıldığı eşik”ten (Serê Solan) tozu dumana katarak gelen otobüsten inen “sürgün” memurları hoş etmek için ellerinden geldiğince bütün misafirperverliklerini sergilermiş... Gel zaman, git zaman “devlet baba"nın sürdüğü insanların bînâçarlıkları, gördükleri ilgiyle ödüle dönüşürmüş...
Neden mi?.. Çünkü yolun bittiği bu şehir, memleketin en sakin, en huzurlu, en ucuz, en neşeli yerlerinin başında geliyormuş... Düşünsenize sürgün edildiğiniz küçücük şehirde otobüsten iner inmez, tanımadığınız bir insan sizi evinde misafir ediyor. İstifa dilekçesi cebinizde geldiğiniz, lokantası olmayan, oteli bulunmayan bu şehirde, “insanlık ölmemiş" dedirtenler yaşıyor. Böyle sürgüne can kurban!..
Hem de “dağların şehri” Hakkâri’de öyle mi?.. Öyle ya, Hakkâri’de... Sadece Hakkâri’de mi, Anadolu’nun her yerinde eskiden böyleydi... Böyle olunca; varsın yol burada bitsindi, buradan öteye yol gitmesindi...
Bir zamanlar “sevmekle başlar her şey” diyen Sait Faik’in sözünden bîhaber hâlde burada hayata süren insanların “Cennet”iydi bu şehir...
İşte bu şehre ilk defa “okul okumak” için Çukurca’nın Cevizli köyünden gelen Muhsin, öyle bir betimleme yapıyor ki, insan anlatılanların tanıklığından sıyrılıp tayy-i zaman ve mekânlara avdet ediyor. Her gün biraz daha “beton tarlası”na dönüştürülen, her gün biraz daha demografisi bozulan, kendi insanına yabancılaştırılan Dersaadet'te yaşıyorsa, nasıl etmesin ki...
HAYALİNE DALDIĞI ŞEHİRDE YÜRÜYEN ÇOCUK...
Binaların ağaçlardan alçak olduğu, etrafını dağlardan şehre inen akşam alacasının insanı çepeçevre sardığı, şehrin doğanın içinde kaybolduğu, floresan lambaların her yeri rengârenk ışığa boğduğu, hiçbir misafirin otelde konaklamadığı, herkesin evinin kendisinin olduğu, hiçbir kapının kilitlenmediği ve Muhsin'in ilk kez anasının kucağında, katır sırtında geldiği şehirden bahsediyoruz...
Düşünsenize hayaline daldığınız şehir bütün gerçekliğiyle karşınızda... Önünüzde çarşı, arkanızda şehrin muhafızı Sümbül Dağı... Kesme taşlarla döşeli şehrin tek caddesindeki sağlı sollu binalar ağaç dallarının altında gölgelenirken, sıra sıra dizilen dükkânlarda her şey satılıyor, ama her şey... Kazma sapı mı istersin, dükkânın önüne konmuş kasalarda rengârenk meyve mi, bisküvi mi, lokum mu kendi çapında olabildiğince her şey...
Muhsin adıyla müsemma iyiler iyisi, ağzı süt kokan bir çocuk... Para denilen şeyi nereden bilsin!.. Cadde boyunca tezgâhlarda gördüğü her şeyi kendisinin sanıyor!.. Önünde durduğu ilk tezgâhtan “ekşi elmalar”ı aldığı gibi koynuna boca ediyor... Ve suratına ansızın aşk edilen şamarla “çocukluk cenneti”nden kovuluyor!.. Masumiyet karinesiyle yaşadığı köyünün gurbete dönüştüğü, sevincin yerini hüznün kapladığı, dahası yaptığı şeyin “hırsızlık” olduğunu ilk o gün öğreniyor!..
İşte coşkun coşkun akan ırmağın kenarındaki Cevizli köyündeyken düşünde gördüğü şehir, o gün Muhsin çocuğun kanına girip, kendine meftun eyliyor... Lale Sineması’yla, süt kokan dondurmasıyla, ışıl ışıl vitrinleriyle, çatılı binalarıyla, pastanesiyle, postanesiyle, kapısında sepet sepet meyve........