​Dil ve Varoluş

Dil varoluşun atmosferidir. Topraktan, havadan ve insandan önce gelir, yok oluşu da onlardan sonradır. Son insan öldüğünde bile dil konuşmaya devam eder. Kıyamet koptuğunda, yıldızlar gökten söküldüğünde, evren dağılıp yeniden çorbaya dönüştüğünde dahi bunların her birinin söylediği bir cümle, her birinin konuştuğu bir dil olacak, olmayı sürdürecektir. İnsan yokken Tanrı meleklerle konuştu. Daha öncesini bilsek, orada da bir dilin varlığına tanık olacaktık. Kendisi var, dili yok hiçbir varlık yoktur. Ve işte bu yüzden, tam da bundan dolayı hiçbir kendini ifade biçimi dili ıskalayarak gerçekleşemez. Hiçbir meram, dil olmaksızın anlatılamaz. Hiçbir kategori, ötekiyle dil olmaksızın ilişki kuramaz. Bu yüzdendir ki “logos”un iki boyutu vardır: Varoluş ve dil. Her ikisi de kaynağından aynı zamanda çıkar, vardığı yere aynı anda varır. Güneşin ışığıyla ısısının bir öncelik sonralık ilişkisine göre değil, birlikte yola çıkması, ısının parlaklığa göre şiddetlenmesi veya geri çekilmesinde olduğu gibi. Bu da bize varoluş ile dil arasındaki ilişkinin bir öncelik sonralık ilişkisi olmadığını, tam tersine bir iç içelik ilişkisi olduğunu gösterir. Tıpkı bedenle ruh arasındaki gibi… Bırakın suyu, ateşi, rüzgarı, toprağa bile bir dil bahşedilmesinin sebebi budur. Tanrı, dili olmayan hiçbir şeyi yaratmamıştır. Sadece yaratılmamış olanların bir dili yoktur. Ateş, yaratıldığı saniye sıcak olduğunu söyler. Rüzgar yaratıldığı an hareket ettiğini, su akışkan olduğunu söyler. Varolmak ifade etmektir. İfade etmek varolduğunu kanıtlamaktır. Suskunluk da ifade etmeye dahildir. En suskun........

© Milat