Dinlemek

Sohbeti bir kültür olarak her zemine yedirmiş bir medeniyetin devamıyız. Bu durum bilhassa şehir merkezi dışında kalan bölge ve yörelerde yazılı kültürün önüne geçecek kadar kuvvetli bir damar oluşturmuş. Dolayısıyla bizde dinlemek bahsi, adaba dâhildir ve bir ananedir.

Konuşma, dinlemenin zıddı sayılır. Dinleyen olmadıkça konuşmanın, konuşan olmadıkça dinlemenin mümkün olmadığı bir hakikat.

Osmanlı devrinde bilhassa medrese adabı bu iki fiilin birbiri ile iyi geçinmesiyle temellenmiş. Hatta “kulak mollası” diye bir molla meşrebi de o zamanlardan bize yadigâr. Bu tabir, ilim tahsili sırasında üstadının yanında gezinen ve onun ağzından çıkacak ilmî ve hikmetli sözleri takip ederek ezber yapan bir grup talebe ya da hocayı ifade ederdi. Onlar ilmi yalnızca dinleyerek tahsil ederdi, yani öğrenirdi.

Osmanlı’ya dair bilgisi geniş sohbetçilerimiz, sık sık kulak mollalarına gönderme yapmayı ihmal etmezler. Çünkü bu gelenek ilim erbabının hayatının parçasıydı.

Eski devirlerden bu yana, dinlemeye ve kulağa dair bunca deyim ve özdeyişin gelmesi boşuna değil elbet.

“Kulağı ile beslenmek” ya da “kulağından beslemek” diye deyimleşen bir Hz. Mevlâna sözü var mesela. Hazret, insanın asıl beslenme organının kulak olduğunu açıkça ifade eder, “İnsan karnından değil kulağından beslenir.” der. Yani dinleme işi, bünyeye yemekten faydalıdır.

Tahirü’l-Mevlevî, Mesnevî’nin ilk on sekiz beyitinin şerhinde dinleme bahsini geniş olarak ele alır. “Dinle, bu ney neler hikâyet eder,/ Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.” beyitinden yola........

© Milat