Erkekler Frankenstein’ı yeniden yazdı: Shelley’nin feminist eleştirisinin silinişi |
Frankenstein’ı iki yüzyıldır yanlış mı okuyoruz? Popüler kültür hikâyeyi hep canavarın dehşeti üzerinden anlatmayı sevdi; oysa Mary Shelley’nin romanı, insanın yarattığı şeye değil, yarattığı şeyle yüzleşmeye gücü yetmeyen bir zihniyete bakmamızı ister. Asıl canavarın kim olduğu sorusu da tam burada belirir. Şiddet, görünüşte mi başlar, yoksa sorumlulukla kurulan ilişkide mi? İşte erkeklerin Frankenstein’ı ve Shelley’nin feminist eleştirisinin silinişi…
Mary Shelley’nin Frankenstein’ı, yazıldığı dönemin çok ötesine taşan bir feminist eleştiridir:. Erkek yaratıcı gücünün denetimsizliğini, sorumluluk almayan erkekliğin sonuçlarını ve bu suskunluğun bedelini kadınların ödediği bir patriyarkal düzeni görünür kılar. Ancak romanın keskin soruları, yıllar boyunca büyük ölçüde erkek yönetmenlerin estetik seçimleri ve popüler kültürün arzu ekonomisi tarafından giderek yumuşatıldı. Shelley’nin yaratığa yüklediği toplumsal çirkinlik yarası -dışlanmanın, sevilmemenin ve insanlığın aynasındaki çatlağın sembolü- sinema uyarlamalarında ya bir korku efekti ya da romantize edilmiş bir hüzün dekoruna dönüştü. Sorumluluğun politik ağırlığı ise çoğu kez yaratıcı figürün duygusal kırılganlığı içinde kayboldu. Guillermo del Toro’nun 2025 uyarlaması da bu dönüşümün en güncel halkası: Shelley’nin keskin etik sorusunun yerini, gotik bir estetiğin içinde yeniden şekillenen modern bir arzu nesnesi alıyor.
Frankenstein’ın altına sinmiş esas gerilim, yalnızca bilimin sınırlarını zorlamakla ilgili değildir; daha köklü bir soruyu gündeme getirir: Yaşam verme gücü kimdedir ve kim elinden alınmak istenir? Romanın yazıldığı dönemde doğurganlık, kadınlara özgü, hem kutsal hem tehlikeli görülen bir güçtü. Erkek aklı, bu gücü doğanın elinden çekip almak, denetlemek ve yeniden tanımlamak için bilime tutunuyordu. Victor Frankenstein’ın ölü bedenleri bir araya getirip onlara hayat verme arzusu da bu bağlamda okunmalıdır. Erkeğin yaratma kudretini tek başına üstlenme, biyolojik bir sınırı aşma, hatta kadın bedenini gereksizleştirme hayali. Shelley’nin hikâyesi mucizevi bir deneyin değil, erkek biliminin ve erkek egosunun doğayı ve kadınlığı “aşma” iştahının eleştirisidir. Ne var ki bu yaratma hırsının sonuçlarıyla yüzleşen Victor değildir; roman boyunca bedeli masumlar öder. Sessizleştirilen, suçlanan, itirafa zorlanan, terk edilen, öldürülen kadınlar sıklıkla karşımıza çıkar.
Tam da bu nedenle, bugün Netflix’te Guillermo del Toro’nun uyarlamasını açıp “Frankenstein nasıl bir hikâyeymiş?” diye merak eden bir izleyici, romanın bu sert toplumsal eleştirisini bütünüyle farklı bir çerçevede karşılar. Film, daha ilk dakikalarda, yaratma hırsını Victor’un karakter arızası değil, annesinin doğum sırasında ölümünden kaynaklanan kişisel bir travma olarak resmeder. Böylece Shelley’nin sorgulayıcı bakışı yumuşar; sorumluluk sorunu, toplumsal bir mesele olmaktan çıkar ve bireysel bir melodramın içine yerleşir.
Oysa romanda Victor’un yaratma hırsı kişisel bir travmadan değil, bilerek büyüttüğü bir kibirden doğar. Can verdiği varlığı ilk anda terk etmesi bile dramatik bir şaşkınlıktan çok, sorumluluktan kaçmanın ilk işaretidir. Yaratık ise sandığımız gibi doğuştan kötü değildir; aksine, Shelley onu öğrenmeye, anlamaya, dünyayı taklit ederek insanlaşmaya çalışan bir bilinç olarak kurar. Okumayı kendi kendine öğrenen, iyiliği insanların davranışlarından çıkaran, kötülüğü insanların ona bakışından türeten bir varlıktır. “Hiçbir bağım olmadığında payıma nefret düşer” diyen yaratığın trajedisi, varoluşsal bir kötülükten değil, karşılaştığı reddedilmeden doğar. Shelley, yaratığın her dışlanma anında biraz daha karanlığa sürüklenmesini göstererek, şiddetin çoğu zaman “doğuştan gelen” bir eğilim değil, toplumsal dışlamanın yarattığı bir sonuç olduğunu........