Ahmet Şık yazdı – Taht savaşları kızışıyor (1): Mehmet Akif Ersoy olayının görünen ve görünmeyen yüzleri |
Bilindik fıkradır. Yazar olmaya karar veren ve popüler bir roman yazmak için bir yayınevi editörüne akıl danışan kişiye, bir kitabın çok satması için romanın başta isimi olmak üzere merak, seks, din ve asalet unsurları içermesi önerilmiş. Müstakbel yazar aylarca çalıştıktan sonra bitirdiği romanıyla aynı yayınevinin editörünün karşısına çıkmış. Editör kitabın adını sorduğunda ise kahramanımız, “Kontesi Kim Öptü?” yanıtını vermiş. Asaleti temsil eden kontesin kimin öptüğünün hem seks hem de merak içerdiğini anlatmış. Ancak editör din olgusunun eksik olduğunu söyleyip müstakbel yazarı başından savmış. Bir süre sonra yeniden editörün karşısına çıkan kahramanımız din olgusunu da içeren bir biçimde romanın adını değiştirdiğini söylemiş. Kitabın adı ne oldu diye sorulduğunda verdiği cevap ise, “Allah Allah Kontesi Kim Öptü?” olmuş.
Odağında, AKP iktidarının prenslerinden biri olarak medya sektörüne adeta paraşütle indirilen Mehmet Akif Ersoy’un bulunduğu seks, uyuşturucu, saray içi taht kavgaları ve alçalarak yükselmenin kural haline geldiği iktidar medyasındaki kariyer hesaplarının eksik olmadığı son operasyonla birlikte vahşice yürütülen linç dalgasının en kısa özeti bu fıkra olsa gerek. Görünen yüzünde seks, uyuşturucu, çete gibi unsurlar barındıran, muhafazakâr camiada yetişmiş, tanınmış medya yüzlerini de barındıran operasyona konu edilen iddialar günlerdir başta sosyal medya olmak üzere herkesin dilinde.
Mehmet Akif Ersoy’un kariyerini yükseltip gazeteciliğini düşüşe geçiren iktidara yakınlığı ve bu ilişkilere paralel olarak mesleki geçmişindeki etik değerlerden uzak tutumu nedeniyle muhalefet cenahında bir sevinç dalgası yarattığını söylemek yanıltıcı olmaz. Soruşturmaya dair ortaya saçılan bilgilere bakarak, kendisinin de ifade ettiği gibi bir siyasi operasyona maruz kalan bir kişiye dair kesin hükümler veren bir yaklaşımla bir sevinç dalgasına dahil olmayı doğru bulmuyorum. Merak edenler için Ersoy’un başına gelenlere sevinmedim. İddialar doğruysa bile uyuşturucu kullanmak ya da karşılıklı rızaya dayalı ise kişilerin sekse dair fantezileri bir soruşturmanın konusu edilemeyeceği gibi kimseyi de ilgilendirmez. Üzerindeki koruma zırhının kaldırılmasıyla birlikte Ersoy’la ilgili, yönetici olma sıfatının da kolaylaştırmasıyla taciz ve mobbing iddiaları ise elbette yargının konusu edilmeli.
Ersoy’un, iktidara yakınlığın belirlediği gazetecilik/yayıncılık çizgisinin keskin sınırlarını ihlal etmemekteki özeni, Millî İstihbarat Teşkilatı (MİT) başta olmak üzere kimi güç odaklarıyla kurduğu karanlık ya da alengirli ilişkiler elbette ki yaşanılanlara da içkin ancak başka bir tartışmanın konusu. Öte yandan hapiste olan birinin kendisiyle ilgili yazılıp söylenenlere dair savunma hakkının olmadığını deneyimlemiş olan birisi olarak hakkında söz söylemek elbette kolay değil. Ancak konuyu gazetecilik bağlamında değerlendiren birkaç cümle kurmakta sakınca yok. Habertürk’te yaptığı bir program sırasında “HDP’lileri neden yayına çıkartmıyorsunuz” sorusuna, “Terör örgütü ile aralarına mesafe koyduklarını ifade etsinler, hemen yayına alayım” yanıtını vermek bir siyasi tercihi gösterir ancak bu tutuma gazetecilik denmez. Sınırlarını siyasi iktidarın ya da çeşitli güç odaklarının belirlediği bir medya düzeninde rüzgâr nereden eserse ona uygun söz kurmak, yöneticisi olduğu televizyon kanalında iktidara dönük eleştirel sesleri kısmak, meslektaşları gazetecilik faaliyetlerinden ötürü tutuklanırken tek kelime bile etmemek gibi tutumlarıyla Ersoy da bu eleştiriyi fazlasıyla hak edenlerden.
Gazetecilik de tıpkı hukuk gibi gücün kötüye kullanımını engellemek için vardır. Ve bu yüzden de siyasetten de iktidarlardan da güçlüdür. Elbette olması gereken budur. Olmadığında ise liyakatle sahip olunmayan makam ve mevkilerde oturanlar var gücüyle adaletsizliğe tutunur. Hukuksuzluğa göz yumar. Hukuksuzluk üzerine kurulu bir düzenin suç ortağına dönüşür. Yaratılan hukuksuzluğun ne anlama geldiğini en iyi kendileri bildiği için de pozisyonlarını kaybetmemek için suç işlemeye devam ederler. İktidar medyasında bir hayli geniş yer kaplayanların yaptıkları da bunlardan ibaret. Oysa ki gazetecilik hizaya gelerek yapılmaz. Hizaya gelerek yapılanın adına zaten gazetecilik denmez. İcazetle yazıp söyleyenler onursuzluğun acizliğiyle ezilir. Bu yüzden Ersoy’un başına gelenlere üzüldüğümü de söyleyemem. Çünkü, medyadaki konumuyla geçmişte iktidarın hedef aldığı “düşmanlarına” yaptığı benzer operasyonların rıza üreticiliğini yapanlardan biri olan Ersoy da şimdi aynı kaderi paylaşıyor o kadar. Kendisi gibi bu kirli düzenin bir parçası olan mebzul miktardaki eski yol arkadaşlarının değil de aldığı talimatların gereği olarak “düşman” addettikleri kişilerin uğradığı haksızlığı dile getirmesi ise Ersoy’un yaşadığı hazin sonu en acıklı kılan durumdu.
Mehmet Akif Ersoy, AKP iktidarında son 10 yılda medyanın parlatılan ve yükselmesi için önü açılan isimlerinden biri oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun olduktan sonra gazeteciliğe 2009 yılında 6 News isimli bir televizyon kanalında muhabir olarak başlayan 1985 yılı doğumlu Ersoy, bir süre sonra TRT’ye geçti. 2011’de Libya, Yemen, Şam ve Erbil gibi bölgelerde TRT temsilcisi ve savaş muhabiri olarak görevlendirildi. 2012’de Libya’nın devrik lideri Muammer Kaddafi ile öldürülmeden önce röportaj yaptı. TRT’de Kahire-Mısır Temsilcisi, Arapça Koordinatör Yardımcılığı, İstanbul Bölge Müdür Yardımcılığı görevlerini yaptı. 2015’te ise Diyanet İşleri Başkanlığı Ortadoğu ve İslam Coğrafyası Sorumlu Başkan Müşaviri olarak görevlendirildi. 2016’da Dış Politika Dergisi Genel Yayın Yönetmeni oldu. 2017’de Habertürk TV’ye geçti, 2024’te ise kanalın genel yayın yönetmenliği koltuğuna oturdu. Ersoy, Turgay Ciner döneminden beri Habertürk’ün de içinde bulunduğu medya grubunun başkanlığını üstlenen Kenan Tekdağ’ın da tutuklandığı Can Holding operasyonundan sonra TMSF’nin kanala kayyum olarak atanmasının ardından da bu görevini sürdürüyordu. Irak’ta PKK’nın silah yakma törenine MİT tarafından götürülen dört gazeteciden biriydi.
Mehmet Akif Ersoy, 2013 yılında TRT Kahire muhabiri olduğu dönemde, emniyet ve yargı içinde örgütlü Fethullahçı kadrolar tarafından başlatılan Selam Tevhid örgütü soruşturmasında şüpheli denilerek telefonları dinlenenler arasındaydı. İslamcı-muhafazakârlara dönük operasyonun merkezinde olan Selam Tevhid soruşturması 2010–2013 yılları arasında Fethullahçı oldukları öne sürülen polis ve yargı mensupları tarafından yürütüldü. Bu yıllarda “Kudüs Ordusu Terör Örgütü/Selam Tevhid” adı altında terör yapılanması olduğu iddiasıyla geniş çaplı dinlemeler ve takibatlar yapıldı. Yaklaşık yedi bin kişi hakkında iletişim tespiti işlemleri gerçekleştirilerek telefon dinlemeleri yapıldı. Dinlenenler arasından dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte 356 siyasi parti mensubu ve yöneticisi de vardı. Fethullahçıların soruşturmasında aralarında bazı üst düzey bürokratların bulunduğu 242 kişiyle ilgili gözaltı listesi dahi hazırlanmıştı. Haydar Baş, Mustafa İslamoğlu, Nasuhi Güngör, Osman Sert, İbrahim Eren, Mustafa Varank, Nurettin Şirin, Adem Yerlikaya, İbrahim Karagül, Ali Akbulut, Furkan Torlak, Burhan Kavuncu, Adnan Boynukara, Yahya Bostan, Ali Sarıkaya gibi isimlerin olduğu listede -gazeteci Mehmet Akif Ersoy’un babası- Nadir Ersoy da vardı. 15 Temmuz kalkışmasının ardından Selam Tevhid dosyası “kumpas” olarak nitelendirildi ve soruşturma dosyasında görev alan Fethullahçı oldukları öne sürülen polis ve yargı mensupları hakkında ağır ceza mahkemesinde dava açıldı ve ağır cezalara hükmedildi.
Ersoy’un bu soruşturmaya dahil edilmesinin babası Nadir Ersoy’un siyasi geçmişiyle ilgisi olduğu muhakkak. Nadir Ersoy, soğuk savaş döneminde Komünizmle mücadele etmek adına CIA finansmanı ile MİT tarafından 1960’larda kurdurulan Yeniden Milli Mücadele Derneği kökenli bir isim. Baba Ersoy, 1990’lı yıllarda ise İran İslam Devrimi yanlısı ve anti-Amerikancı Selam Tevhid örgütünün yayın........