Türkiye ve yeni toplumsal çatlaklar |
Gelişmekte olan ülkelerin ekonomik hikâyeleri çoğu zaman başarı anlatılarıyla süslenir; büyüme oranları grafiğin yukarısına doğru tırmandıkça, kalkınmanın da aynı hızla ilerlediği varsayılır.
Fakat bu varsayım, gerçeğin yalnızca küçük bir kısmını açıklar. Çünkü geçiş ekonomilerinde büyüme her zaman kalkınmayı üretmez; çoğu zaman yalnızca vahşi kapitalizmin ilk belirtilerini görünür hale getirir. Bu dönemlerde şehirlerin silüeti değişir, sermaye hızlanır, tüketim artar; fakat toplumun derin katmanlarında sessiz bir kırılma başlar. Bu kırılma, ekonominin rakamlarla değil, sosyal dokunun aşınmasıyla ölçülen bir dönüşümüdür.
Aslında bu durum, Marx’ın bahsettiği “ilkel birikim” sürecine düşündürücü biçimde benzer. Mülkiyetin yeniden dağıtılması, sermayenin belirli ellerde yoğunlaşması, emeğin giderek güvencesizleşmesi, devlet ve piyasa arasındaki güç asimetrisinin büyümesi… Tüm bunlar, modern dünyanın çok daha sofistike biçimlerde yeniden ürettiği yapısal gerilimlerdir. Tek fark, bugün bu dönüşümün artık toprağın çitlenmesiyle değil, kentsel rantlarla, yabancı fonlarla, dijital platform ekonomileriyle ve finansal bağımlılık ağlarıyla gerçekleşmesidir. Yani Marx’ın gözlemlediği mekanizma biçim değiştirerek devam ediyor.
Geçiş ekonomilerinde piyasa genişlediğinde, kurallar çoğu zaman aynı hızla genişlemez. Liberalizasyon, hukuki altyapı sağlam olmadan yapıldığında, ortaya rekabetçi bir piyasa değil; tekelleşme eğilimleri ve kuralsız sermaye hareketleri çıkar. Bu nedenle gelişmekte olan birçok ülke, piyasanın değil, piyasa gücüne sahip azınlıkların kontrol ettiği bir ekonomik mimariye sahip olur. Böyle bir düzende hızlı zenginleşme, üretim kapasitesinin değil, güç ilişkilerinin bir ürünüdür. Bu durum hem ekonomik eşitsizliği derinleştirir hem de siyasal kırılganlığı artırır.
Toplumun alt katmanlarında ise görünmez bir bedel birikir. Ücretlerin gerçek değer kaybı, güvencesiz çalışma, barınma krizi, kent kimliğinin yok olması ve sosyal dayanışmanın zayıflaması… Bunlar yalnızca ekonomik sonuçlar değildir; kolektif psikolojinin erozyonudur. İnsanların geleceğe ilişkin beklentilerinin daralması, “yukarı çıkma” umudunun zayıflaması, orta sınıfın incelmesi ve genç nüfusun umutsuzlaşması ilerlemenin değil, yapısal tükenmişliğin göstergeleridir.
Bu tabloyu pekiştiren bir başka unsur, gelişmekte olan ülkelerin küresel sisteme eklemleniş biçimidir. IMF’nin politika reçeteleri, kredi derecelendirme kurumlarının baskıları, dış borçlanmanın yönlendirici etkisi ve sermaye hareketlerinin kırılganlığı,........