Cehaletin hikâyesi: Bilinmeyeni anlatıyla bastırmak |
İnsan zihni belirsizliğe uzun süre dayanabilen bir yapı değildir. Bilmediğiyle karşılaştığında durup beklemektense, o boşluğu anlamla doldurmayı tercih eder.
Bu anlam her zaman bilgiyle kurulmaz; çoğu zaman hikâyelerle, sezgilerle, yarım açıklamalarla ve alışkanlıklarla inşa edilir. Tam da bu nedenle, bilmediğini hikâyeyle telafi etmek yalnızca masum bir bilişsel refleks değil, aynı zamanda tarih boyunca büyük kırılmalara yol açmış ürkütücü bir eğilimdir.
Bilimsel düşüncenin ayırt edici niteliği, bu refleksi dizginleme çabasında yatar. Bilim, “bilmiyorum” demeyi bir zayıflık olarak değil, düşüncenin başlangıç noktası olarak kabul eder. Gündelik akıl yürütme biçimleri ise bilinmeyeni çoğu zaman sabırla askıya almaz; onun yerine hızla bir neden, bir fail ya da bir anlam üretir. Bu üretim süreci belirsizliği ortadan kaldırmaz; yalnızca onu görünmez kılar. İnsan rahatlar, fakat gerçeklik yerinde durur.
Tarih bu eğilimin sayısız örneğiyle doludur. Doğal afetler uzun süre tanrısal cezalar olarak yorumlandı, salgın hastalıklar ahlaki çöküşün sonucu sayıldı, gökyüzündeki düzensizlikler yaklaşan felaketlerin habercisi olarak okundu. Bilgi eksikliği, açıklama ihtiyacını ortadan kaldırmadı; tersine, onu daha saldırgan bir kesinlik arzusuna dönüştürdü. Çünkü bilinmeyen, kontrol edilemeyen demektir ve kontrolsüzlük insan zihni için en rahatsız edici durumlardan biridir.
Evrimsel psikoloji bu noktada önemli bir ipucu sunar. İnsan zihni, hayatta kalma baskısı altında belirsizliği tolere edebilen değil, belirsizliği........