‘İnsan düşerse canı çok acır mı öğretmenim?’ Böylesi bir merakla karşılaşan bir öğretmen, bu soruya ne cevap verebilirdi ki! Gülşah’ın o üzüm karası gözlerini her gün okuduğu için, bu soruyu da boşa sormadığını anlamış ve bir şüphe tohumu atmıştı yüreğine.
‘Acır… Acır elbet Gülşah; ama nereden nasıl düştüğüne de bağlı bu acı.’ derken, tuhaf bir sessizlik sarmıştı herkesi. Anlatılmaz yaşanır o şehlâ bakışlarıyla, gözleri Duygu öğretmenin gözlerinde kilitlenmiş bir mıh gibi dimdik duruyordu. “Ben düşeceğim de, canım çok acır mı öğretmenim?’’ der gibi… Köroğlu’nun tepesinde ipleri kopacak gibi… Yavrusundan ayrı düşecek bir ana gibi, dolu dolu bakıyordu gözleri. Gülşah’ın; bu teselliye muhtaç tedirginliğini, oyundaki rolüne kendini çok fazla kaptırmasına bağlamıştı Duygu öğretmen. Haklıydı belki de… Mamahatun rolünü oynarken son sahnedeki ölümün acısını, hep duyar gibiydi. Bu ölüm bir oyun sahnesinde olsa da gerçekte yaşanmıştı sonuçta.
Duygu Öğretmen, ‘Senin kastettiğin mânâda yaşanan acıya göre belki yaşanan aşkın acısı canını daha çok incitmiştir… Düşmek, aşkın acısına tercih edilmiştir kim bilir? ‘ diyerek sözlerine dikkatlice devam etti.
‘Düşmekten düşmeye fark var Gülşah! Güzelliklere gölge… Saçlara ak düşmesi acıdır elbet. Dile… Ayağa… Yatağa düşmek… Damdan ya da attan… Denize… Boşluğa düşmek… En kötüsü de gaflete, ye’se yani şüpheye düşmek felakettir elbette Gülşah. Bizim dedelerimiz de ‘Allah düşürmesin.’ dermiş ya! Bir de çok güzel bir mânimiz var, bilir........