TASAVVUF TARİHİ ARAŞTIRMALARINA DERKENAR:
MİLLÎ MÜCADELE’DE BİR MANEVİYAT SERDARI: ŞEYHÜ’L-ULEMÂ ŞÂKİR EFENDİ
Hazreti İnsan, kâinatın özeti, emanetin muhatabı ve mahlûkatın en şereflisidir. Pür-muhabbet ve pür-marifet safâlarla var olma sırrına âgâhtır. Ezel bezminde verilen sözde sabit-kadem olmakla mükelleftir.
Bununla birlikte, insan olma şanından dolayı bahşedilen akıl nimetini fıtrat üzere kullanmakla emrolunmuş, ilk söze yahut yaradılış sırrına muhalefetin aşağılardan aşağı olma sefaleti olduğu ihtar edilmiş ve başıboş bırakılmamıştır.
İnsanın muhataplığının kaynağı olan söz, cennet-âsâ ahenk olan naîf bir sestir ve Hak kelâm duymaya alışık kulaklarda sürekli yankılanmaktadır. Ona yani Âdem’e, daima halife tahtında bir sultan olduğunu hatırlatmaktadır.
Fakat hâl böyle olmakla birlikte, maveraî ilânın hükmünce amel, selîm bir kalb sahibi olmayı icap eder. Çünkü kalb, âlem gizli Âdem’e bir Hak nişanesidir.
Öyle ki, bu nişaneye ait bütün ahkâm, sahih bir inanç manzumesi etrafında ve muhabbet hâkimiyetinde kıvamını almıştır.
Kalb, Hakk’ın aynasıdır. Bu bakımdan esas mesele, insanlık sırrının dibacesi, hatimesi, ya da Fenâ fi’l-Hak olmanın lâzımesi kalb selâmetidir.
İşte bu mânâda müeddeb bir ifadedir tasavvuf.
Tasavvuf, sûreten ve sîreten güzel kılan bir kalb lisanıdır.
Tasavvuf, yaşadığı hayatın şuurunda olmak ve üslûp kazanmaktır.
Tasavvuf, ihsan kemâline erişebilme maksadı ve gayretidir.
Tasavvuf, sevgilinin gözünden düşme korkusu içinde fakr’ını idrak etmektir.
Tasavvuf, kolaylaştırmak, güçleştirmemektir.
Tasavvuf, sevdirip nefret ettirmemektir.
Tasavvuf, el kârda gönül yârda olmaktır.
Tasavvuf, mükellefiyetlerin muhabbetle yaşanmasıdır.
Tasavvuf, nefsi tezkiye edip gönül mülküne Süleyman olmaktır.
Tasavvuf, eşyanın ehramı altında ezilmemektir.
Tasavvuf, hoş görüp gönül kırmamaktır; çünkü kalb, nazargâh-ı ilâhîdir.
Tasavvuf, “yetmiş iki milleti bir göz ile görmek” ve mahlûkata şefkat nazarıyla bakmaktır.
Tasavvuf, mütevazı bir muhabbet fedaisi olmayı baş tacı bir karakter bilmektir. Çünkü “mütevazı olanı rahmet-i rahman büyütür.”
Tasavvuf, ağlayarak gelinen dünyadan tebessüm ederek gitmektir.
Tasavvuf, Dost’a dost olmaktır.
Tasavvuf, yolda olmak, yolunca yürümektir.
İşte bu kıvamda yetişen Hakk erleri, Kâmetler, İnsan-ı Kâmiller, her devirde vatan ufkuna mühürlerini basmışlar, irfan halkaları ile uşşâkı çepeçevre kuşatmışlar ve büyük cihad’la küçük cihad’ın sırrına vâkıf olmanın tecrübesiyle nâmütenahî bir iklimde gönül dokumuşlardır.
Ruh hamurkârları olarak, Kâinatın Varlık Sebebi’nden tevarüs ettiklerinin hasılası olan edeb tacının saltanatıyla tasarrufta bulunmuşlar, menzil-i maksûda âşık bahtlılara, hükmünce amelin yolunu tarif etmişlerdir.
Zamanın her durağı bu lâhûtî gayrete şahittir!
Hele milletin ateşle imtihan edildiği zamandaki hizmetleri asla ve kat’a unutulacak gibi değildir!
Bununla birlikte, vatanın her tarafında hizmetlerini bihakkın ifâ eden ulema ve meşayih-i kiram artık cismaniyetleriyle aramızda değiller belki. Fakat ruhaniyetleriyle aynı hizmeti ifâya memurdurlar. Çünkü: “Kılıç kından çıkmıştır.”
Öyle olduğu içindir ki bu millete şöyle demek sezadır: “El- Muzaffer Daima…”
İşte bu mânâda, Yozgatlıların kolbaşısı bir Hak Eri’dir asır-dîde Mehmed Şâkir Efendi. Himmetleri hâzır, sırrı aziz olsun…
Mehmed Şâkir Suntay Efendi, aslen Kayseri’nin Cami-i Kebir Mahallesi’nden olduğu halde Yozgat’a gelerek Dedikhasanlı Köyü’ne yerleşen ulemadan bir zat olan Hoca Ali Efendi’nin oğludur. 1853’de Dedikhasanlı Köyü’nde dünyaya gelir. (1853 tarihi, Şâkir Efendi’nin resmî nüfus kaydında yazılı olan doğum tarihi olmakla birlikte, Şâkir Efendi’nin kabir taşının şahidesinde doğum tarihi 1263-1847 olarak hakkedilmiştir. Aradaki bu farkın, Hocaefendi’nin: “90 sene ömür yaşadık.” şeklindeki ifadelerinden hareketle, Hakk’a yürüdüğü tarih 1937 olduğu için hâliyle 90 sene öncesinin de 1847 ile kayıtlanmasından kaynaklandığı bilinmektedir. Hâl böyleyken herhangi bir bulanıklığa mahâl vermemek için resmî kayıtta yer alan doğum tarihini esas aldık.)
Şâkir Efendi, tahsiline babası Hoca Ali Efendi’den okuyarak başlar. Osmanpaşa Tekkesi Medresesi’ne kaydolur. Babası tarafından Kayseri’ye gönderilinceye kadar burada okur. Bilahire kardeşi Bahaeddin Efendi ile birlikte yüksek tahsil yapmak için Kayseri’ye gönderilir. Kayseri’nin Hunad Hatun Medresesi’nde ikmâl-i nüsah eylerek Kızıklı Hacı Kasım Efendi’den (d. 1259 v. 1340) icazet alır. Bununla beraber, Müridzade Ali Efendi (d. 1835 v. 1932) başta olmak üzere diğer büyük âlimlerin ders halkalarından istifade ederek bereketli ilim muhitinden ziyadesiyle nasiplenir. Sonra Yozgat’taki medreselerde senelerce ilmin ışığından insanlığı hissedar eder.
Şâkir Efendi, ilk evliliğini Kayseri’de yapar. Evliliklerinden altı oğlu ve iki kızı dünyaya gelir.
Şâkir Efendi, bir aralık, Çorum Ulu Camii’nde ders okutur.
Yozgat’taki Kurşunlu Medrese-Demirli Medrese, Şevki Efendi Medresesi ve ilk tahsilini gördüğü Osmanpaşa Tekkesi Medresesi, onun kudret-i ilmiyesiyle, senelerce ilim âşıklarına kucak açıp bağrına basar. Adeta bir devri tek başına yüklenir ve alır götürür ötelere.
Ehl-i ilim arasında bir müfessir olarak dikkat çeken Şâkir Efendi, İstanbul’da Ruus İmtihanı vererek Dersiâm olur aynı zamanda.
İstanbul uleması tarafından çok yakından bilinen ve takdir gören Şâkir Efendi sayesinde, bir tefsir ihtisas medresesi olan Demirli Medrese, ondan yüksek seviyede ders okumak için gelen genç âlimlerin kanatlandığı âsûde bir mekân olarak onun adıyla anılır senelerce.
Şâkir Efendi pek çok talebe yetiştirir.
Yozgat Müftüsü Mehmed Hulusi Efendi, bilahire Mısır’a giden ve Mehmed Akif Ersoy’un da yakın dostu olan Mehmed İhsan Efendi (d. 1902 v. 1961), Şâkir Efendi’den ders okuyarak fevkalâde ilerleyen iki büyük âlimdir meselâ. Hatta meseleye dair bir hatıra var ki, mühimdir:
İhsan Efendi, Kahire’de bulunan El-Ezher Üniversitesi’nde tahsil için Mısır’a gittikten sonra Yozgat’taki yakın arkadaşlarıyla mektuplaşır. O mektuplardan birinde bir itirafta bulunmuş........