Çanakkale Şehidi Yozgatlı Kınalı Hasan |
Derûnumu nâr-ı firkat dağladı
Cûşa geldi can dîdesi ağladı
Etrafımı gam leşkeri bağladı
Kat’oldu tarîk-i selâmetimiz
Tokatlı Gedâyî
Asırlarca, üç kıta yedi denizde akından akına at koşturup ter atan ulu cedlerin vârisleri, hiçbir gücün kahrına râm olmadı! Rükûdışında eğilmedi! Eğebilen de çıkmadı! An geldi cephe cephedolaştı! İkrarında sadık olarak, yedi düvelin alayının üzerine geldiğine çok şahit oldu!
Ulu kocaların dilince tebellür eden cenk nağmeleriyle çoştu, derdini haldaş, aşkını yoldaş bildi… ve uğurlandı!
Cenk bu! Gayrete memurdu sadece! Sefer ebediyetedir! Bunu bildi, bunu söyledi! Plevne’de Moskof’un karşısında destanlar yazdı! Felek sillesini ağır vurmuş ne yazar! Ama o gün söylenen dilbesteler kulağında hep yankılandı!
Vatanını Anadolu’dan ve Rumeli’den ibaret iki parça bildi hep! Tuna’nın bizim tarafta kalan kısmının şehid düşmesine öyle yandı ki! Söz sükût etti! Mânâ veremedi bu yangına! Serdengeçtiler, ikbâl zamanlarının hasretiyle dağlandı!
Akıncı türküleri dilinden düşmedi hiçbir zaman! Yetmiş bir kavme akın çıkaran atalarının yâdıyla, şahin yuvasını kargaların sarmasına içerledi!
Ve öyle bir an geldi! Belâ sağanak hâlde yağdı adeta! Küre-i arzın daha bir benzerini görmediği Çanakkale’de, çehrelerin, lisanların, derilerin rengârenk oluşuna aldırmadan, bir iman kal’asıoldu küffar karşısında! Şehid oldu ama geçit vermedi!
Zalimler, kanını döktüler, canını çok yaktılar! Gençliğim eyvah! deyip kendisine gün yüzü göstermeyen, umutlarını söndüren, hayallerini tüketen, tek dişi kalmış canavarlara âh okları ile bir sefer daha taarruz etti!
Çok çile çekti! Gâh bir dağ ayazında, gâh bir çöl sıcağında kavruldu! Ne yaptılarsa tüketemediler! Düşmana geçit vermedi, gerisin geri gönderdi hepsini!
İşte gökkebbenin altında, al kan içinde yatan ve bu topraklar için can veren o erlerden, taş türbeye girmeyen o velî kullardan, gufrana bürünmüş bir azız Mehmed’in hikâyesi:
İsmail olmak, adanmışlık mesleğidir ve adanmışlık dahi, bütün benlikten sıyrılıp maksudun ve matlubun hâlesinde ruhî bir kıvamla nasiplenmek demektir.
İsmail tahtında adanmışlık, kurban olmaktır. Kurban olmak da kurbiyyet yani yakın olmak, yakınlaşmak ve tecellîsinde onunla olmak, onda erimek gibi ihsan makamında bir dereceyi ifade eder. Her şeyden evvel bu bir şuur meselesidir. Hükmünce amel etmek gerekir. Böyle bir amelde ise asla ve kat’a söz yoktur. Kelâma ruhsat verilmemiştir. Esasında candan geçilen bir makamda, söz dahi lüzumsuzdur. Arzu dost’a kavuşmak olunca, aşktan gayrı bir nesneye rağbet olmaz!
Nefsanî hiçbir süflîliğe yer olmayan adanmışlık şuuru, mukaddes ve sahih bir iman manzumesi altında asûde bir iklimin can bahşeden rayihasını saçmaktır.
Bir Mehmed’in gözünü kırpmadan ercesine gösterdiği yiğitlikle, bu arslanın hayata merhaba demesinin vesîlesi aziz ve asil bir ananın ciğerparesini ısmarlamasını ancak bu has daire içinde anlatıp anlayabiliriz. Eğer nasibimiz varsa tabiî!
İsmail ya da adanmış olmak, bu mânâ ve istikamet üzre bir bahttır! Ve şehadet de, bu kavil üzre bir maneviyat saltanatıdır!
Sonsuzluk ufkunun maneviyat sultanlarının ardı sıra, kalanların, o kurbiyyet nazlılarının hatıralarına hürmeten döktükleri gözyaşı muhabbet ve merhametten doğan ayrılığın verdiği acının eseridir sadece! Onların fizikî yokluklarına alışamamanın ıstırabıdır yaşanan hüzün! “Kalp hüzünlenir, göz ağlar; ben de bir baba değil miyim.” fehvasınca bir mahzunlukla sürmeli gözlerden sökün eden yaş, adanmışlardan ayrılığa mânâ vermenin bir zuhurudur!
Anadolu’da........